Hayatı ve Bilime Katkıları

İzzüddevle Sa‘d b. Mansûr b. Sa‘d el-İsrâîlî el-Bağdâdî (ö. 683/1284)

Tabip-filozof.

612 (1215) yılında doğdu. Aslen yahudi olup Bağdat’ta yaşamıştır. Mantık, felsefe, tıp ve kimya ile meşgul olmuştur. Daha ziyade felsefî eserleri ve bu alandaki bazı önemli kitaplara yazdığı şerhlerle tanınır. İbn Sînâ’nın felsefesi ve eserleri yanında İşrâkī felsefeye ilgi duymuş, İbn Sînâ ve Şehâbeddin es-Sühreverdî el-Maktûl’ün tanınmış şârihleri arasında yer almıştır. Tanrı’nın birliği konusundaki tartışmalarından dolayı bu hususta şüpheci bir filozof olarak tanınmış olan İbn Kemmûne’nin bilhassa kelâm çevrelerinde adından sıkça söz edilmiştir. Hz. Muhammed hakkındaki bazı övücü ifadelerinden dolayı (Tenķīĥu’l-ebĥâŝ li’l-mileli’ŝ-ŝelâŝ, s. 98-108) ihtidâ ettiği ileri sürülmüşse de (Sarton, II, 875) bu konuda kesin bilgi bulunmamaktadır. İlâhî dinlerin peygamberlik anlayışını sorgulaması, hatta yer yer tenkidî bir üslûp kullanması yüzünden 683 (1284) yılında Bağdat halkının şiddetli tepkisiyle karşılaşmış, çıkan olaylar karşısında Mecdüddin İbnü’l-Esîr ve ileri gelen bazı şahsiyetler tarafından koruma altına alınarak şehirden kaçırılmış, ömrünün geri kalan kısmını oğlu Necmüddevle’nin kâtiplik yaptığı Bağdat yakınlarındaki Hille’de geçirmiştir (İbnü’l-Füvatî, IV, 159-161). Ölümüyle ilgili olarak bazı kaynaklarda verilen 676 (1277-78) tarihi (Keşfü’ž-žunûn, I, 685; Hediyyetü’l-Ǿârifîn, I, 385; Sarton, II, 875) yanlıştır.

İbn Kemmûne, üç büyük kitâbî dinin yanı sıra yahudi düşünürü İbn Meymûn ile İbn Sînâ, Gazzâlî, Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî ve özellikle Fahreddin er-Râzî gibi müslüman âlim ve düşünürleri iyi incelemiş, bu düşünürlerden geniş ölçüde faydalanmıştır. Allah’ın varlığı ve sıfatları hakkındaki düşünceleri yanında kitâbî dinlerin peygamberlikle ilgili görüşlerini karşılaştırmalı olarak incelemesi, bu husustaki farklı anlayışları ve eleştirileri sistematik olarak sunması, felsefî eserlere yazdığı şerhler, dil ve mantıkla ilgili tahlilleri bu alanlarda iyi bir formasyona sahip olduğunu göstermektedir. Felsefî görüşlerinde olduğu gibi özellikle üç büyük din hakkında uzlaştırıcı bir yaklaşım ortaya koyan İbn Kemmûne, muhtemelen Bağdat’ın farklı inanç, düşünce ve kültürleri içinde barındıran yapısının da etkisiyle dinler arasındaki ilişki üzerinde durarak dinî mahiyetteki çatışmaları açıkça eleştirmiştir (Niewöhner, el-İctihâd, VII/28 [1416/1995], s. 163-178; ER, XI, 400-401).

İbn Sînâ’yı takip ederek kozmolojik deliller arasında özellikle imkân deliline ağırlık veren İbn Kemmûne, ayrıca illiyet prensibinden ve teselsülün imkânsızlığı öncülünden hareket edip Allah’ın varlığını ispatlamaya çalışmıştır (el-Cedîd fi’l-ĥikme, s. 527-533). Düşünüre göre âlem mümkün varlıktır ve mevcudiyetini Allah’a borçludur. Allah ise vâcibü’l-vücûd olup mahiyeti gereği var olmak için herhangi bir sebebe ihtiyacı yoktur. O basit (mürekkeb olmayan) bir varlıktır; hakkında çokluktan veya bir ortağının bulunduğundan söz etmek imkânsızdır. Cisim olmadığı gibi her türlü eksiklikten de münezzehtir; rahmet, celâl, kerem ve inâyet sahibidir (a.g.e., s. 527). Birden fazla vâcibü’l-vücûd olup olamayacağı konusundaki müzakeresi sebebiyle kendisine Tanrı’nın birliği hakkında bir şüphe isnat edilmişse de içinde yetiştiği İslâmî kültürün etkisiyle Hıristiyanlık’taki teslîs inancını ve Mecûsîlik’teki düalist tanrı anlayışını bile tevhid inancı doğrultusunda te’vil etmeye çalıştığı görülmektedir (Tenķīĥu’l-ebĥâŝ bi’l-mileli’ŝ-ŝelâŝ, s. 101). Tanrı’nın birliği konusunda tartışmaya girişmesindeki asıl amacı ise daha önce İbn Sînâ’nın yaptığı gibi tevhid inancını aklî temeller üzerine kurma arzusudur. Nitekim bu tartışmanın sonunda Tanrı’nın çokluğundan veya bir ortağının bulunmasından söz edilemeyeceği, O’nun eşi ve benzerinin olamayacağı, niteliklerinin de sadece kendisine özgü olduğu sonucuna varmıştır.

Akla ve Tanrı’nın akılla bilinmesine büyük önem vermekle birlikte İbn Kemmûne dinin ve peygamberlik müessesesinin lüzumunu da kabul etmiştir. Konuya bilgi problemine dair kısa bir incelemeyle giren düşünüre göre insanın özü (cevher) yaratıldığı sırada tamamen boş olup onda ilk olarak beş duyu meydana gelmekte, bunlarla insan çevresindeki nesneleri ve olguları idrak etmektedir. Daha sonra dış duyularla algılanması mümkün olmayan şeyleri idrak eden temyiz gücü, son olarak da zorunluluk, imkân, imkânsızlık gibi anlamları kavrayan akıl gücü ortaya çıkar. Ancak aklın ötesinde bir bilgi gücü daha bulunmaktadır ki gaybı gören, geçmişte olanları ve gelecekte vuku bulacakları bilen bu güç de nübüvvettir (a.g.e., s. 2).

İbn Kemmûne, bazı insanların peygamber tarafından ortaya konan bilgileri reddettiklerini hatırlattıktan sonra Gazzâlî gibi kendisi de bu davranışı, söz konusu kimselerin peygamberin ulaştığı bilgi kapasitesinden yoksun olmalarıyla izah eder. Halbuki bu durumda yapılacak şey, inkârcı bir tavır takınmak yerine gözleri görmeyen bir insanın renkler hakkında anlatılanları kabul etmesinde olduğu gibi peygambere inanıp tasdik etmektir. İbn Kemmûne ulûhiyyet, nübüvvet ve âhirete dair inanç konularıyla ibadet ve ahlâk alanlarında, fert, aile ve toplum hayatının düzene sokulmasında peygamberlik müessesesinin aydınlatıcı ve yasa koyucu rolünü önemle vurgulamaktadır (a.g.e., s. 17-18).

Tenķīĥu’l-ebĥâŝ adlı eserinde Fahreddin er-Râzî’den (MeǾâlimü uśûli’d-din, s. 72-73) yaptığı bir alıntıyla onun nübüvvetin ispatına dair bazı görüşlerini aktarıp tenkit eden İbn Kemmûne aynı düşünürün Yahudilik, Hıristiyanlık ve Mecûsîliğin tevhid ilkesine aykırı bulduğu ulûhiyyet telakkisiyle Câhiliye Arapları’ndaki putperestlik inancına yönelttiği eleştirileri de abartılı bulmuştur. Kendisi yahudi olmasına rağmen öteki dinlere de oldukça tarafsız ve hoşgörülü yaklaştığı görülmektedir (Tenķīĥu’l-ebĥâŝ, s. 98-100). İslâm dini ve inançlarıyla Hz. Peygamber’e yöneltilen tenkitlerin bir kısmını müslümanların ağzından cevaplandırmakla yetinirken bir kısmına verilen cevapların yetersiz olduğunu ileri sürmüştür. Bununla birlikte müslümanların dinî telakkisine tenkitler yöneltirken İslâm dini ve Hz. Peygamber hakkında saygılı bir üslûp kullanmaya özen gösteren İbn Kemmûne’nin gerek Yahudilik gerekse diğer dinler üzerine yaptığı değerlendirmelerde içinde yetiştiği İslâm kültürünün tesirleri açıkça hissedilmektedir.