Şükrün Fazileti

İnsanları nimetin şükründen cehalet ve gaflet alıkoymuştur; zira halk cehalet ve gafletten ötürü nimetin marifetinden menedilmişlerdir. Nimetin şükrü ancak marifetinden sonra tasavvur olunabilir. Sonra halk bir. nimeti bilirse ona şükretmenin dil ile elhamdülillâh (Hamd Allah'a mahsustur), eşşükrü lillah (Şükür Allah'a mahsustur) demek olduğunu zannederler.

Bilmezler ki şükrün mânâsı; nimeti, nimetten kastedilen hikmetin tamamlanmasında kullanmak demektir. Bu da ibadettir. Bu iki marifet hâsıl olduktan sonra, insanı şükretmekten ancak şehvetin galebe çalması ve şeytanın istilası meneder.

Nimetlerden gafil olmanın birçok sebepleri vardır. Sebeplerin biri odur ki insanlar cehaletlerinden dolayı halka verilen nimeti önemsemeyip bütün hallerinde onlara musahhar olanı nimet saymazlar! Bu nedenle bizim söylediğimiz nimetlere şükretmezler, çünkü o bütün mahlukâta verilmiştir. Bu bakımdan onların her biri bunu özel olarak kendi nefsine verilmiş görmez ve nimet saymaz. Onların hava nimetinden ötürü Allah'a şükrettiklerini görmezsin.

Eğer bir kişi onların gırtlaklarına bir dakika yapışıp, hava kesilinceye kadar sıkarsa derhal ölürler. Eğer sıcak bir hamamda veya havası ağır ve rutubetli bir kuyuda hapsedilirlerse, üzüntüden ölürler. Eğer onlardan biri bu şeylerin biriyle müptelâ olur, sonra kurtulursa, çoğu zaman bunu nimet olarak takdir eder ve Allah'a bundan dolayı şükreder. Bu ise cehaletin koyusudur; zira onların şükretmeleri nimeti kendilerinden aldıktan sonra kendilerine geri vermeye bağlıdır. Oysa bütün hallerde nimete karşı şükretmek sadece bazı hallerde şükretmekten daha evlâdır. Gözü gören bir insanı gözünün sıhhatinden dolayı Allah'a şükreder görmezsin. Ancak gözü kör olduktan sonra eğer kendisine geri verilirse şükreder ve nimet sayar. Allah rahmetinin geniş olmasından ötürü bütün halka bunu vermiştir. Her durumda halk için bol bol ihsanda bulunmuştur. Fakat cahil bunu nimet saymaz. Bu cahil kötü köle gibidir. Daima dövülmeyi hakeder, bir saat dövülmedi mi onu canına minnet sayar. Eğer daima dövülmezse rahatlık batar, şükrü terkeder.İnsanlar çok veya az kendisine özel olarak verilen mala karşı şükrederler, Allah'ın bütün insanlara ortak olarak vermiş olduğu bütün nimetleri unuturlar.

Nitekim bir kişi fakirliğini basiret sahiplerinden birine şikayet etti ve bundan çok üzüldüğünü belirtti. O basiret sahibi ona dedi ki: 'Senin iki gözünün kör olup onbin dirhemin olması seni sevindirir mi?' Adam 'Hayır!' dedi. Basiret sahibi 'Dilsiz olup onbin dirhe-min olmasını ister misin?' dedi. Adam 'Hayır!' dedi. Basiret sahibi 'O halde Mevlânın senin yanında ellibin dirhem değerinde nimetleri olduğu halde şikayet etmeye utanmıyor musun?' dedi.

Hikâye olunuyor ki kurrâdan biri çok fakir düştü. Hatta dünya kendisine daraldı. Rüyasında biri kendisine şöyle dedi: 'İster misin, biz sana Kur'an'ın En'âm sûresini unutturalım da bin dinar verelim?' Kurra 'Hayır!' dedi. O zat 'Hûd sûresini?' dedi. Kurra 'Hayır!' dedi. O zat 'Yusuf sûresini?' dedi. Kurra 'Hayır!' dedi. Bunun üzerine o zat birkaç sûre daha saydı sonra şöyle dedi: 'Senin yanında yüzbin dinar kıymetinde birşey (Kur'ân) olduğu halde şikayet ediyorsun!' Kurra kendisinden o üzüntü uzaklaştığı halde sabahladı.

İbn Semmak, elinde içtiği bir testi su olduğu halde halifelerden birinin huzura girdi. Halife 'Bana nasihat et' dedi. İbn Semmak, halifeye 'Susuz kaldığında şu su bütün servetin karşılığında sana verilse acaba bütün servetini verip bu suyu alır mısın? Halife 'Evet! Alırım!' dedi. İbn Semmak 'Bütün servetini vermek sûretiyle ancak bu suyu alabilirsin denirse, acaba mülkünden vazgeçebilecek misin?' Halife 'Evet, vazgeçerim' dedi. İbn Semmak 'O halde bir yudum suya değmeyen mülke aldanma!' dedi.

Böylece anlaşıldı ki Allah'ın kul üzerinde susadığı zaman bir yudum sudaki nimeti yeryüzünün bütün mülkünden daha büyüktür. Tabiatlar umumî nimeti değil de hususî nimeti nimet saymaya meyilli olduğu için biz umumî nimetleri zikrettik. Bu bakımdan özel nimetlere kısaca işaret edelim. Hiçbir kul yoktur ki durumlarını dikkatle izleyip engin bir bakışla tedkik ettiğinde, Allah'tan kendisine özel olarak verilen bir veya birçok nimetleri görmesin!

O nimette bütün insanlar değil, az kimseler kendisiyle or-taktırlar. Bazen de hiç kimse onunla ortak değildir. Bunu, her kul üç şeyde ikrar eder: Akılda, yaratılışta ve ilimde...

Akıl
Akla gelince, Allah için kulluk yapan hiç kimse yoktur ki aklı hususunda Allah'tan razı olmasın. İnsanların en akıllısı olduğuna inanır. Allah'tan akıl talep eden çok az kimse vardır. Akıllı bir kimse akılla sevindiği gibi, akıldan mahrum olanın da akılla sevinmesi, aklın şerefli oluşundandır. Bu bakımdan insanların en akıllısı olduğuna inandığı zaman, Allah'a şükretmesi kendisine vâcib olur. Eğer öyle değil de kendisini öyle sanıyorsa, bu da onun hakkında bir nimettir. Bu bakımdan toprağa gömdüğü bir hazineden ötürü kişi sevinir ve ona karşılık şükreder. Eğer onun haberi olmadan hazine çıkarılırsa, onun sevinci ve şükrü devam eder. Çünkü o hazine kendisi için daha yerde gömülü duruyor gibidir.

Halk/Yaratılış
Yaratılışa gelince, hiçbir kul yoktur ki sevmediği birtakım ayıpları başkasında görmemiş olsun. Zemmettiği birtakım ahlâkları müşahede etmesin. Kendisinin o kötü ahlâklardan uzak olduğunu sandığı için zemmeder. Halkın zemmi ile meşgul olmadığı zaman Allah'ın şükrüyle meşgul olması en uygunudur; zira Allah onun ahlâkını güzelleştirmiş, başkasına da kötü ahlâkı mübtelâ kılmıştır.

İlim
İlme gelince, nefsinin iç âlemini, fikirlerinin gizliliklerini bilmeyen hiç kimse yoktur. Onun bildiklerini ondan başkası bilmez. Eğer halktan biri o işe muttali olacak şekilde perde ortadan kalksa, rezil olur. Acaba bütün insanlar o ayıba muttali olursa, durum nasıl olur? Bu bakımdan her kulun özel bir şeyi vardır ki Allah'ın kullarından hiç kimse onu bilmekte kendisine ortak değildir. Öyleyse kötülüklerin yüzüne gerilen Allah'ın o güzelim örtüsüne karşı neden şükretmez? Allah onun güzel tarafını insanlara göstermiş, çirkin tarafını da örtmüş, insanların gözünden kaybetmiştir. Başkası mutlali olmasın diye onun bilgisini sadece kendisine vermiştir.

İşte bunlar özel üç nimettir. Her kul bunu itiraf eder. Ya mutlak bir şekilde oraya bazı şeylerde... Bu bakımdan biz bu tabakadan da genel olan bir tabakaya inelim.
Allah Teâlâ'nın, sûretinde, şahsında, ahlâklarında, sıfatlarında, ailesinde, evladında, meskeninde, memleketinde, arkadaşında, akrabalarında, izzetinde, mertebesinde veya sevdiği diğer şeylerde birtakım şeyleri rızık olarak vermediği hiçbir kul yoktur. Eğer o rızıklar kendisinden alınıp başkasına verilirse buna razı olmaz. Bunlar dâ onun kâfir değil de mü'min, cansız değil de canlı, hayvan değil de insan, dişi değil de erkek, hasta değil de sıhhatli, ayıplı değil de sağlam yaratılması gibi şeylerdir. Muhakkak bütün bu özellikler her ne kadar bunlarda umumîlik varsa da bu durumlar eğer zıdlarıyal değitirilmiş olurlarsa, kişi buna razı olmaz. Onun birtakım durumları da vardır ki onları insanların halleriyle değiştirmezler. Bu da ya halktan herhangi birisinin özel durumu ile değiştirmesi cihetinden veya halkın çoğunun özelliiyle değiştirmemesi cihetinden olur.

Bu bakımdan nefsinin durumunu başkasının durumuyla değiştirmediği zaman, onun hali başkasının halinden daha iyidir de-mektir. Çünkü Allah Teâlâ'nın o şahıs üzerinde birçok nimetleri vardır ki o şahıstan başka bir kuluna o nimetler verilmemiştir.

Kişi nefsinin durumunu sadece bazılarının durumu ile değiştirmeye razı olursa, bu takdirde onun katında gıbta edilenlerin sayısına bakılmalıdır. Şüphe yoktur ki başkalarına nisbeten onları az görür. Öyleyse bu halde onun altında olan, onun üstünde olanlardan pek fazladır. Peki neden hâli bakımından kendisinden üstün olana bakıp Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetleri hor görüyor? Kendisinden aşağı olana bakıp da Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetleri büyütmüyor? Neden dünyasını dinine eşit tutmuyor? Acaba nefsi, yapmış olduğu bir günahtan dolayı kendisini kınadığı zaman, fâsıkların çok olduğunu ileri sürerek nefsinden özür dilemez mi? Din hususunda daima (rütbece) altında olanı bakıp üstünde olanlara bakmaz. O halde dünya hususunda bakışı neden böyle değildir? Halkın çoğunun hali din hususunda ondan daha hayırlıysa, öbür dünya hususundaki hali, halkın çoğunun halinden daha hayırlıdır, öyleyse ona şükretmek nasıl gerekli olmaz?

Kim dünya hususunda kendisinden düşük olana, din hususunda da kendisinden üstün olana bakarsa, Allah bu kimseyi sabredici ve şükredici olarak yazar. Kim dünyada kendisinden üstün olana, dinde de kendisinden düşük olana bakarsa, Allah onu ne sabredici, ne de şükredici yazar!66

Madem durum budur, kim nefsini ve özelliklerini tedkik ederse, Allah'ın kendisine vermiş olduğu birçok nimetleri görür. Hassaten sünnet, iman, ilim, Kur'an, sonra boş vakit, sıhhat emniyet ve başka nimetlerin kendisine verildiği bir insan ise çok daha açık bir şekilde görür. Bunun için 'Kim din ve dünyasında rahat ve huzur içinde olmak istiyorsa takvâca kendisinden üstün olana, malca kendisinden düşük olana baksın!' buyurulmuştur.
Allah'ın âyetleriyle zengin olmayan bir kimseyi Allah zengin etmez (veya etmesin).67

Bu söz ilim nimetine işarettir.
Kur'an öyle bir zenginliktir ki ondan üstün zenginlik ve onunla beraber fakirlik yoktur.68

Allah kime Kur'an'ı vermişse, o da herhangi bir kimsenin kendisinden daha zengin olduğunu düşünürse, o kimse Allah'ın ayetleriyle istihza etmiş olur.69

Kur'an'la zenginleşmeyen bir kimse bizden değildir.70 Zenginlik bakımından yakîn kâfidir.71

Seleften bir zat şöyle demiştir: Allah Teâlâ indirdiği kitabların bir kısmında buyurmaktadır ki: Kulu üç şeyden müstağni kılarsam ona nimetimi tamamlamış olurum:
1. Sultanın adamlarının kapısını çalmasından,
2. Tedavi için doktordan,
3. Başkasının elindeki servete göz dikmekten!

Şair bu durumu ifade ederek şöyle demiştir:
Gıda, sıhhat ve emniyet sana gelmesine rağmen, üzüntülü olarak sabahlarsan, üzüntü hiçbir zaman senden ayrılmasın!
Bu husustaki ifadelerin en açığı ve en güzeli, dad harfiyle konuşanların en beliği olan Hz. Peygamber'in şu sözüdür: 'Kim cemaatinden emin, bedeni de âfiyetli ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa sanki dünya bütün varlıklarıyla onun emrine sevkedilmiştir'.

Bütün insanları şikayet eder görürsün, bu üç işin ötesinde birtakım işlerden hoşnutsuzdurlar. Oysa o işler onlar için günahtır. Bu üç şeyde Allah'ın nimetlerine şükretmezler. Basiret sahibinin ancak marifet, yakîn ve imanla sevinmesi uygundur. Biz âlimlerden öylelerini biliyoruz ki eğer şarktan garba kadar yeryüzündeki padişahların bütün varlıkları kendisine teslim edilse, ona 'Bunları ilminin bedeli olarak al' dense veya 'Bunları ilminin yüzde birinin bedeli olarak al' dense yine tenezzül edip almaz. Çünkü o, ilim nimetinin kendisini ahirette Allah'ın yakınlığına vardıracağını ümit eder. Bilakis ona 'Ahirette umduğunun hepsi sana verilecektir. Bu bakımdan sadece bu dünya mülkünü dünyada ilminden almış olduğun zevk ve sevgi yerine al!' dense, yine almaz.
Çünkü ilmin lezzetinin daimî olduğunu, orada mücadele, münakaşa ve bulanıklık bulunmadığını, dünya lezzetlerinin hepsinin eksik, bulanık, karışık olduğunu bilir. Dünya lezzetlerinin ümitlisi korkulusuna, lezzeti elemine, sevgisi üzüntüsüne karşılık olmaz. Nitekim şimdiye kadar böyle oldu. Dünya kaldıkça da böyle olacaktır; zira dünya lezzetleri ancak eksik akılları celbeder, aldandiği zaman da dünya onlardan uzaklaşıp isyan eder. Tıpkı dış görünüşü güzel olan, zengin ve serkeş bir gence süslü püslü görünen bir kadın gibi...

Ne zaman ki genç ona vurulursa gençte uzaklaşır, ondan gizlenir. Genç artık, daimî bir sıkıntı, daimî bir meşakkat içerisinde olur. Bütün bu felâketler bir anlık o kadına bakmanın lezzetinden kaynaklanır. Eğer gencin aklı olup gözünü yumsaydı, o lezzete önem vermeseydi, hayatı boyunca sıkıntı çekmezdi.

İşte dünya ehli böylece dünyanın ağlarına girdiler. Dünyadan yüz çevirip dünyaya sabrettiğinden elem çektiğini söylemek uygun değildir; zira dünyaya dalan da sabretmekte, korunmakta, kazan-makta, hırsızları kendisinden uzaklaştırmakta elem çeker. Kaldı ki dünyadan yüz çevirenin elemi ahirette lezzete dönüşür. Dünyaya dalanır. elemi ise ahirette başka bir eleme götürür. Dünyadan yüz çeviren insan nefsine şu ayeti okusun!
O topluluğu takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin çektiğiniz acı gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız.(Nisâ/104)

Öyleyse şükür yolu ancak zâhir bâtın, özel ve genel nimetlerin cahili oldukları için halka kapatılmıştır.

Soru: Bu gafil kalplerin ilâcı nedir ki Allah'ın nimetlerini sezip o nimetlerin şükrünü yapsınlar?

Cevap: Basiret sahibi kalplerin ilâcı, işaret ettiğimiz ilâhî nimetlerin sınıfları hakkında düşünmektir. Ahmak olan ve nimeti ancak özel olduğu takdirde nimet sayan veya nimetlerle beraber belayı hisseden kalplere gelince, bunların tedavi yolu daima kendisinden aşağı olana bakmaktır. Bazı sûfîlerin yaptığını yapmaktır; zira sûfîlerden bazıları hergün hastalara ve mezarlara gider. Cezaların tatbik edildiği yerlere, hastanelere, Allah Teâlâ'nın kullarına vermiş olduğu belaların çeşitlerini görmek için gider, sonra sıhhat ve selâmetini düşünür. Böylece kalbi hastaların belasını sezdiği zaman sıhhat nimetini sezer ve Allah'a şükreder. Öldürülen canileri, azaları kesilen suçluları, tâzib edilen âsîleri görür, cinayetlerden ve cezalardan korunduğundan dolayı Allah'a emniyet nimetine karşı şükreder
Mezarlara gider, ölülerin nezdinde eşyaların en sevimlisinin bir gün dahi olsa dünyaya geri gelmek olduğunu anlar. Dünyaya geldikten sonra Allah'a isyan eden, isyanın telâfisine çalışmalıdır. İtaat eden de daha fazla ibâdete dalmalıdır. Çünkü kıyamet günü zarar etme günüdür. İtaat eden bir kimse de zarar eder. Çünkü ibâdetinin mükafatını görür ve şöyle der: 'Ben bu ibâdetlerden daha fazlasını yapabilirdim. Bazı vakitlerimi mübah şeylerde geçirdiğim için zararım ne kadar da büyükmüş'.

Asiye gelince, onun zararı açıktır. Bu bakımdan mezarları gördüğü ve ölüler nezdinde eşyanın en sevimlisinin kendisinin hayatta olduğu gibi hayatta olmalarını temeni ettiklerini bildiği zaman, hayatının geri kalan kısmını ölülerin yapmak için dünyaya gelmeyi temenni ettikleri ibâdete sarfeder ki dolayısıyla hayatta kaldıkça Allah'ın nimetlerini tanımış olsun. Böylece kendisine mühlet verildikçe bu bilgiye önem verir. O nimeti bildiği zaman şükreder. Hayatını ne için yaratılmış ise ona sarfeder. O da dünyadan ahiret için azık edinmektir. İşte bu gafil kalplerin ilacı, Allah'ın nimetlerini bilip ona şükretmektir.

Rebî b. Hayseme basireti tamam olmasına rağmen, marifetini perçinleştirmek için bu yola başvururdu. Evinde bir mezar kazmıştı. Boynuna zincir takar o mezara yatar, sonra şu ayeti okurdu:

Nihayet onlardan birine ölüm geldiği vakit 'Rabbim, der; 'beni dünyaya geri çevir ki ben terkettiğim imanı yerine getirip salih bir amelde bulunayım'.(Mü'minûn/99-100)

Sonra kalkar ve derdi: 'Ey Rebî! Sana istediğin verildi. O halde isteyip de geri döndürülmezden önce ibâdette bulun'.
Şükürden uzak olan kalpleri tedavi etmekte kullanılması uygun olan formüllerden biri de nimetin şükrü yapılmadığı zaman kaçıp bir.daha geri gelmeyeceği hakikatini bilmektir.

Bu nedenle Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: 'Nimete karşı şükürden ayrılmayın! Bir kavimden alındığı takdirde geri gelen çok az nimet vardır!

Seleften biri şöyle demiştir: 'Nimetler ürkektir. Onları şükür ile bağlayın'. Haberde şöyle vârid olmuştur: 'Allah'ın kul üzerindeki nimetleri büyüdükçe insanların ihtiyacı onun yanına düşer. Bu bakımdan insanların ihtiyacında gevşeklik gösteren, nimetini yok olmaya mâruz bırakır'.

Bir kavmin kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.
(Ra'd/11)
İşte buraya kadar saydıklarınız bu rüknün tamamıdır.












66) Tirmizî
67) Irâkî hadîsi bu lâfızlarla görmediğini söylemiştir.
68) Ebu Ya'lâ, Taberânî
69) Buhârî, Tarih .
70) Tilâvet'ul'Kur'an bölümünde geçmişti.
71) Taberânî