İlham İle Öğrenmek ve Hakkın Keşfedilmesinde Sûfîlerin Yolu İle Ehl-i İstidlâl'in Yolu Arasındaki Fark

Bazı hallerde kalpte hâsıl olup zarurî olmayan ilimlerin meydana gelişi hakkında hallerin değişik olduğunu bil! Bu ilimler, bazen sanki bilinmeyen bir yerden kalbe atılırcasına kalbe hücum ederler. Bazen de öğrenmek ve istidlâl yoluyla elde edilir. Delil vasıtasıyla ve öğrenmek yolu ile değil de kendiliğinden hasıl olan ilme 'ilham' ismi verilir, istidlâl yoluyla elde edilen ilme 'îtibar' ve İstibsar' ismi verilmektedir. Sonra delilsiz ve öğrenmeksizin kalbe ilka edilen ilim, kulun nasıl ve nereden kendisine verildiğini bilmediği ve kendisinden istifade ettiği sebebe muttalî olduğu kısımlara ayrılmaktadır. O sebep de ilmi kalbe ilka eden meleğin müşahedesidir. Birincisine 'ilham' ve 'kalbe üflemek' adı verilir. İkincisine 'vahy' denir. Vahy sadece peygamberlere mahsustur. Birincisi ise evliyâya mahsustur. İstidlâl yoluyla öğrenilen ilim ise âlimlere mahsustur.

Bu husustaki sözün hakikati şudur: Kalp, bütün eşyadaki hakikatin tecelli etmesine müsait ve hazırdır. Fakat kalp ile bu şeylerin arasında daha önce zikredilen beş sebep perde olarak girmektedir. Bu sebepler, sarkıtılan ve kalbin aynası ile kıyamete kadar Allah Teâlâ'nın hükmettiği bütün şeylerin kendisine yazıldığı levh-i mahfuz arasına giren perde gibidir. İlimlerin hakikatini levh-i mahfuz aynasından kalp aynasına yansıtması, tıpkı bir aynadan, karşısına konan diğer bir aynaya yansıyan bir sûrete benzer. İki aynanın arasındaki perde bazen elle kaldırılır, bazen de kendisini kıpırdatan rüzgârların esmesiyle kalkar.

İşte böylece bazen ilâhî lütûfların rüzgârı eser, kalplerin gözünden perde kalkar. O kalplere levh-i mahfuzda yazılı olan bazı şeyler tecelli eder. Bu da bazen uyku zamanında olur. Böylece kişi, gelecekte olanları bunun vasıtasıyla bilir. Fakat perdenin tam kaldırılması ölümle olur. Orada perde tam mânâsıyla kalkar. Bazen uyanıklık halinde de perde kalkar. Hatta Allah Teâlâ'nın gizli bir lütfûyla perdeler kalkar, gayb perdesinin arkasında kalplerde ilmin gariplerinden birşey pırıl pırıl parlar. Bazen çakan şimşek gibi, bazen bir sınıra kadar arka arkaya parlar. Fakat devamlı parlaması gayet nadirdir. Buna rağmen gerek çalışma ve gerekse yeri ve sebebindeki çalışma cihetiyle ilim, ilhamdan ayrılmaz. Ancak perdenin kaldırılması cihetinden ondan ayrılır. Zira perdenin kaldırılması kulun isteğiyle değildir. Vahy ise, bunların hiçbirinde ilhamdan ayrılmaz. Ancak meleğin görünmesi hususunda ayrılır. Çünkü ilim, bizim kalbimizde ancak melek vasıtasıyla hâsıl olur. Allah Teâlâ'nın şu ayetiyle buna işaret edilmiştir:

Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder.(Şûra/51)

Sen bu hakikati duyduktan sonra bil ki tasavvuf ehlinin öğrenmek ve öğretmek yoluyla gelen ilimlere değil de ilham yoluyla gelen ilimlere meyli vardır ve bunun için de ilmi okumaya ve yazarların yazdığı kitapları tahsil etmeye, orada zikredilen delil ve sözleri araştırmaya pek taraftar görünmezler. Aksine derler ki; 'Çıkar yol, herşeyden önce mücâhede' yapmak, kötü sıfatları silmek, dünyevî alâkaların tamamını kesmek, bütün himmetiyle Allah'a yönelmektir'. Bu hakîkat var olduğu zaman, kulunun kalbini yönelten bizzat Allah Teâlâ olur. İlim nûrlarıyla kalbini aydınlatmaya Allah Teâlâ kefildir. Allah Teâlâ, kalbin işini bizzat uhdesine aldığı zaman, kalbin üzerine rahmet oluk halinde akar. Nûr kalbe doğar, göğüs inşiraha kavuşur. Melekûtun sırrı böyle bir kişiye inkişaf eder. Allah Teâlâ'nın rahmet lütfûyla kalpten mağrurluk perdesi kalkar. Kalpte ilâhî emirlerin hakikatleri pırıl pırıl parlar. Buna rağmen kulun vazifeleri, ancak mücerred tasfiye ile hazır olmak ve himmet göstermek, bunlar da doğru bir irade, tam bir susamışlık ve Allah Teâlâ'nın açacağı rahmeti daimî bir şekilde beklemekle olur, Bu bakımdan enbiya ve evliyâlar için emir inkişaf etmiş, onların mübarek göğüsleri üzerine nûr oluk halinde akmıştır. Bu ise, kitap yazmak, okumak, öğrenmekle değil, dünyada zâhidlik yapmakla, dünyadan uzaklaşmakla, kalbi dünyevî meşgalelerden boşaltmakla, himmetin tamamıyla birlikte Allah Teâlâ'ya yönelmekle olmuştur. Zira kim Allah'a yönelirse, Allah da ona yönelir.

Ehl-i tasavvuf der ki: Bu durumu elde etmenin yolu; önce tamamen dünya ile ilişkilerini kesmek, kalbi dünyadan boşaltmak, himmetini aile efradından, malından, evlâdından, vatanından,ilim, velayet ve nüfuzdan kesmektedir. Hatta bu yolun yolcusunun kalbi öyle bir duruma gelmeli ki o kalpte herşeyin varlığı ile yokluğu eşit olmalıdır. Sonra bu kimse nefsi ile bir zaviyede tek başına bulunmalı, sadece farz ibâdetlerle revatib ibadetleri yapmalı, kalbi herşeyden boş olarak oturmalı, himmeti derli toplu olmalı, fikrini Kur'an'ın okunmasıyla, Kur'an'ın tefsirini düşünmekle bile dağıtmamalıdır. Ne hadîs kitapları ve ne de başka birşeyle fikrini dağıtmamalıdır. Allah'tan başkasının kalbine gelmemesi hususunda çaba sarfetmelidir. Halvette oturduktan sonra diliyle daimî bir şekilde ve kalp huzuruyla 'Allah, Allah' demelidir. Dilinin kıpırdamasını terkedecek bir hale varıncaya kadar ve buna rağmen kelimenin lisanı üzerinde carî olduğunu görünceye kadar bu duruma devam etmelidir. Sonra kelimenin eseri tamamen dilinden silininceye kadar ve zikre devam ettiği halde kalbinde kelimeyi buluncaya kadar bu duruma karşı sabır göstermelidir. Sonra kalbinden lâfzın sureti, harfleri, kelimenin şekli silinip sadece kelimenin mânâsı kalbinde kalıncaya kadar bu şekilde devam etmelidir. Kelimenin mânâsı kalbinde hâzır, sanki kalpten ayrılmaz bir özellik şeklinde oluncaya kadar bundan önceki durumuna devam etmelidir.

Bu hadde varıncaya kadar kendisinin iradesi vardır. Bu hâlin devamında vesveseleri defetmek sûretiyle ihtiyarı vardır. Fakat Allah'ın rahmetini celbetmekte ihtiyarı yoktur. Kendisi, yaptığı ile Allah'ın rahmetinin esintilerine açık bir vaziyete gelmiştir. Bu bakımdan kendisine ancak Allah Teâlâ'nın açacağı rahmeti bekleme vazifesi kalır. Nitekim Allah Teâlâ bu rahmeti bu yolda diğer velîlerin ve peygamberlerin üzerine de açmıştır. Bu raddeye geldiği zaman iradesi doğru, himmeti sâf, devamlılığı güzel olduğu takdirde, şehveti kendisini baştan çıkarmadığı, dünya meşgaleleriyle nefsin konuşması kendisini meşgul etmediği takdirde hakkın parıltıları kalbinde parlar. Bu parıltılar başlangıçta durmaksızın çakan şimşekler gibi çakar geçer. Sonra tekrar gelir. Bazen de geç gelir. Eğer gelirse durur. Bazen de kapar götürür. Eğer durursa, durgunluğu uzun sürer. Bazen de uzun sürmez. Bazen benzerleri arka arkaya görünür. Bazen bir çeşidi gelir. Allah'ın velî kullarının bu husustaki dereceleri sayılamayacak kadar çoktur. Nitekim yaratılışları ve ahlâklarının sayılamayacak kadar çok oluşu gibi... İşte bu yol, senin tarafından katıksız bir temizleme, tasfiye, cilâ, sonra hazırlama ve sadece beklemeye dönüşmüştür.


Mü'minin kalbi, karışmak ve kaynamak yönünden fıkır fıkır kaynayan çanaktan daha şiddetlidir.23

Ehl-i istidlâl ve ibret sahiplerine gelince, onlar bu yolun varlığını ve imkânını inkâr etmemişlerdir. Bu yoldan -az da olsa-insanoğlunun bu büyük hedefe ulaşabileceğine karşı çıkmamışlardır. Çünkü bu yol, peygamberlerin ve velî kulların hallerinin çoğudur. Fakat düşünürler bu yolu engebeli ve meyvesi geç verilen bir yol olarak görmüşlerdir ve bu yolun bütün şartlarının bir araya toplanmasını uzak görmüşlerdir. Daha önce zikrettiğimiz sınıra kadar dünya ile ilgileri kesmenin hemen hemen 0lmayacağını söylemişlerdir. Bu durum meydana geldiğinde kalıcı olması, meydana gelmesinden daha uzak bir ihtimaldir. Zira az bir vesvese kalbi alt üst eder! Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü'minin kalbi, rahmanın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır.24

Bir de bu mücâhade esnasında bazen mizaç bozulur, akıl fesada uğrar, beden hasta olur. Eğer daha önce ilimlerin hakîkatleriyle nefsin temizlenmesi ve riyazeti gerçekleşmemişse, kalbe bir takım bozuk hayaller yapışır, uzun bir müddet nefis bunlara gönül verip mutmain olur. Bunların sökülüp atılması da ömür boyunca mümkün olmaz. Nice sûfî bu yolu seçmiştir. Sonra bir hayalin içinde yirmi sene kalmıştır. Eğer bu sûfî daha önce güzelce ilim öğrenmiş olsaydı, derhal bu hayaldeki karışıklık kendisine görünecekti. Bu bakımdan öğrenmek yoluyla iştigal daha kuvvetli ve hedefe daha yakındır. Düşünenler ve ibret alanlar bunu da söy-lemişler. Nitekim süfîlerin bu yolu takip etmeleri, tıpkı in-sanoğlunun fıkhı öğrenmeyi terkedip, 'Allah'ın rasûlü de fıkıh öğrenmedi, vahiy ve ilham vasıtasıyla dersleri tekrar etmeksizin, kitapların kenarlarına hâşiye ve tâlikler yazmaksızın fakih oldu. Bu bakımdan çoğu zaman riyâzet ve devamlılık beni de peygamberin vardığı gibi fıkha vardırır' demesine benzer. Kim böyle zannederse, o nefsine zulmetmiş, ömrünü boşuna geçirmiştir. Hatta böyle diyen bir kimse çalışma ve ziraat yolunu, gizli hazinelerden birine rastlayacağı ümidiyle terkeden bir kimseye benzer. Çünkü gizli hazinelerin birine rastlamak mümkünse de cidden uzaktır. İşte bu kimsenin hâli de böyledir. Düşünürler derler ki; 'Herşeyden önce âlimlerin tahsil ettiği ilmin tahsili gerekir. Onların söylediklerini anlamak lâzımdır. Bunu tafsil edip anladıktan sonra, diğer âlimlere keşfolunmayan bir rahmeti beklemekte herhangi bir sakınca yoktur. Hatta bu rahmet, ilim tahsilinden sonra mücâhede-i nefisle keşfolunur.'

23)Ahmed, Hâkim
24)Müslim