İSLAM'DA AKLIN YERİ VE DEĞERİ

İnsanları diğer canlılardan üstün kılan taraf, akıllı bir varlık olmasıdır. Kendisine yüklenen vazifelerin dayanağı, "akıl" nimetidir. Bu cevher onda bulunmasaydı, insan ile diğer canlılar arasındaki farkı ortaya koyan bir hudut çizilemez ve eşyadaki sır çözülemezdi.

"Akıl, öyle bir cevherdir ki, gaip olan şeylerin vasıtalarla; müşahede sahasında bulunanları da beş duyu ile anlar"(5), diye tarif edilmektedir.
Diğer bir ifade ile akıl, insan bünyesi içinde bir kuvvettir ki, hakikatleri onunla anlamak mümkün olur ve ilimlere marifet ve istidat hasıl olur. Hülâsa etmek gerekirse, akıl; güzel ile çirkini, iyi ile kötü işlerin arasını ayırt etmeye yarayan bir kuvvettir.

Akıl, o derece değerli bir nimettir ki, eşyanın hakikatleri onunla bilinir ve Hakk'a yol onunla bulunur. O olmasaydı cehlin perdeleri aralanmaz ve pekçok hususlar anlaşılamazdı.


Akıl, kendisini iyi kullanmayı bilen kimseleri, doğru yoldan ayrılmaktan engeller. O, bazen "hakem", bazen de "hâkim" olarak, iyiye ve doğruya teşvik eder. Bu sebeple Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde "Akl(-ı selim) ile rızıklandınlan kimse, kurtuluşa ermiştir"(6) buyurmaktadır.

Akıl, bilen ve ilim sebeplerinden biri olmaya elverişli bulunan bir âlettir. Fakat "her şeyi, her hususu" kavrayan bir âlet, ilim öğrenmede yegane sebep ve tek başına bir vasıta değildir.

İnsanoğlunun mükellefiyeti, akıllı olması sebebiyledir. Bu cihetle, ilâhî hitaplara muhatap olmuş ve pek mühim vazifeler yüklenmiştir. Onu bu yüksek dereceye ulaştıran akıl, hayatın ihtiyaçlarını kavramaktan öteye geçmeyen "akl-i maâş" değil, ebedî hayat saadetlerinin hangi yoldan tahsil edileceğini, Rabbimizin rızasına nasıl erileceğini idrak eden akıldır ki, buna "akl-i maâd" adı verilmektedir. Bu inceliğe işaret buyuran Cenâb-ı Hak, "ancak selim akılların sahipleridir ki,iyice düşünür (ve anlar)"(7) buyurmuştur.

Gönüllerin fatihi, akılların muallimi ve vicdanların mürebbisi bulunan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), "Ne kadar akıllı vardır kî, halkın katında hakir olduğu ve kınanır bir görünüşte bulunduğu halde, Allah'ın emirlerine akıl erdirip (vazifelerini yaparak) kurtulur. Ne kadar zarif dilli ve güzel görünüşlü şanı büyük kimse vardır ki, yarın kıyamet günü helâk olur" (8) hadis-i şerifi iie, sahibinin kurtuluşuna vesile olan aklın fârık ve mümeyyiz vasfını ortaya koymuştur.

Akıl, dinî sahada, dilediği gibi hareket etme serbestliğini kendinde görmemelidir. "Eli-kolu bağlı" denecek şekilde sıkı kayıtlara bağlanmış da sayılmamalıdır. O, "sorumsuz" değildir, fakat, hareketleri sınırlandırılmış bulunmaktadır. Bu cihet, dinî hükümlerin Allah tarafından konulmuş olmasından ve bunları ihâtalı olarak anlama istidâdının akılda bu-lunmayışından ileri gelmektedir. Diğer ilimlerin sahasında durum tama-men başkadır. Şöyle ki: İnsanların zararına olmamak kayıt ve şartı ile,akla düşünme ve araştırma yolu açık tutulmuştur.

Akıl, sahibine ve diğer kimselere ışık tutan bir âlettir. Ancak, o da bir yol göstericiye muhtaç bulunmaktadır. Kendi başına bırakıldığı zaman aklın da şaşırma ve dalâletleri olmaktadır. Nihayet o da yaratılmışlık vasfı taşımaktadır. Onun diğer yaratılmışlardan üstün oluşu, başardığı işler itibariyle olmaktadır,

Geçmişte ve içinde yaşadığımız zamanda yolunu şaşıran kimseler, düştükleri feci âkıbetlere akılsız oluşlarından veya bilgilerinin olmayışından düşmüş değillerdir. Akılları da vardı, yaşadıkları asrın gelişmelerine göre, bilgileri de mevcuttu. Fakat peygamberlerini veya onların varisi bulunan ilim adamlarını dinlemeyişleri ve ilâhî dinin hükümlerine kayıtsız kalmaları sebebiyle, "akıl"ları yol gösteren bir rehberden mahrum bulunmaktaydı.

Böyle bir çaresizlik içinde hareket eden kimsenin aklı, mideden başlayıp aşağıya doğru inen arzuların hevesleri peşine takılmış olduğundan, kemâle ulaşamıyor ve kafatasını çorbatası hâline getirmiş oluyordu. Yükselmeye meyli bulunmayan bu akıl, uyuşuk ve yılışık hali ile, akılsız varlıklardan farksız çılgınlıklar içinde gemi azıya almış gidiyordu.

Akıl, "hakkı, doğruyu ve güzeli" bilmesi lâzım gelen bir âlet olma zorundadır. Kâinatın yegane efendisi, bu hikmete ışık tutan bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Akıllı, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için iş gören kimsedir. Âciz, nefsini hevasının peşine takan ve Allah'tan olmayacak şeyler temenni eden kimsedir" (9).

Bilinmesi zaruri bulunan bir başka noktaya dikkat çekmek isterim: Dinî sahada "hüküm verme" yetkisi, Allah Teâlâ'ya ve Resulü Hz. Muhammed'e mahsustur. Akıl, sadece bunları bilip anlama mevkiinde ve mecburiyetindedir.

Akıl, dinî hükümlerdeki hüküm ve hikmetleri, eşyanın güzel veya çirkin olanını bir dereceye kadar anlayabilirse de hüküm koyuculuk yapamaz (10). Şu açıklamadan anlaşılmış olacaktır ki, akıl, "âmir" değil, "memur"dur. Bu sebeple Rabbimiz, Kur'an-ı kerim'de "İşte Allah, akıllarınız ersin diye, size âyetlerini böylece açıklar" (11) buyurmaktadır.

"İlim şehrinin kapısı" olarak tavsif buyrulan Hz. Ali (r.a.), "Din, sadece akılla bilinecek olsaydı, mestin üzerine değil, altına meshedilmesi gerekirdi"(12), sözü ile din karşısında aklın takınacağı tavrı son derece açık ve seçik olarak ortaya koymaktadır. Bu cümleden olarak denilmektedir ki: "Dinin hükümlerini akıldan öğrenmek gerekseydi, namaz içinde kahkaha ile gülen kimsenin sadece namazının bozulması gerekirdi. Zira namaz içinde olmayan kimsenin kahkaha ile gülmesi, abdestine zarar vermez. İslâm'ın hükümleri dikkate alındığı zaman, böyle bir hareketi namaz içinde yapan kimsenin hem namazı, hem de abdesti bozulur."

Zaman zaman dinde aklın almadığı şeyler olduğunu söyleyenler çıkmaktadır. Her şeyden önce bu sözü "aklın almadığı" değil, "aklın anlayamadığı şeyler" olarak düzeltmek gerekir. Böyle bir iddia sahibi, aklının aczini ve dinî sahada yeterli bilgi ile teçhiz edilmeyişini dikkate almayıp, dine kusur yüklemeye kalkar ise, ya bilgisizliğinden veya dine düşman oluşundan bu çirkin iddia ve iftirayı yapmış olur. Zira bu husus, herşeyden önce, bir ilim ve ihtisas işidir. Bu gibi kimseler, bilgisizliklerinin neticesi olarak, "anlayamamak" hâlini "anlaşılmaz hâlde bu-lunma" mefhumu ile karıştırmaktadırlar. Gönül rahatlığı ile ifade edelim ki, dinde aklın anlayamadığı şeyler bulunabilir. Fakat aklın reddedeceği ve akla uygun düşmeyen bir husus yoktur.

Marazi bir din düşmanlığı içinde kıvrananlar, kendi eksiklik ve ya-nılmalarını dinimize yüklemeye kalkarlarsa akıllarının kısa ve dine husûmetlerinin şiddetli oluşundandır.Bu gerçek, diğer sahalar için de geçerlidir. Fizik ilmi ile uzak veya yakından ilgisi ve bilgisi bulunmayan bir şahıs, "atom" sahasında tecrübeye dayalı gelişmeleri "aklın kabul etmeyeceği şeyler" dese, sözü-nün ilmî bir değeri olur mu? Sözlerimizi bir hadis-i şerif ile noktalamak isteriz: "Kişinin iyiliği, dinidir; insaniyeti, aklıdır; şerefi, (güzel) ahlâkıdır" (13).


(4) Feyzü'l-Kadir, c. 2, s. 17.
(5) Târifâî-ı Seyyid Şerîf Cürcânî.
(6) Feyzü'l-Kadir, c. 2, s. 54.
(7) Sûre-i Ra'd, 19.
(8) Feyzü'l-Kadir, c. 5, s. 49.
(9) Feyzü'l-Kadir, c. 5, s. 67.
(10) Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhiye Kâmusu, c. 1, s. 218-219.
(11) Sûre-i Bakara, 242.
(12) Ebû Dâvûd, c. 1,s. 42.