TAKDİR VE TEDBİR

Vukû bulacak şeylerin zaman ve mekânını, evsaf ve hususiyetlerini Allah Teâlâ'nın ezelde hükme bağlamasına "takdir" adı verilmektedir. "Tedbir", yapacağımız işlerin hayırlı olup olmadığını tesbit için, o fiillerin sonuçları üzerinde düşünerek, hareket etmemizi iyiye ve güzele doğru tanzim etmektir.

Yaratılmışların şerefçe en üstünü bulunan, akıl ve fikirle teçhiz edilen insanın irade ve isteğine dayalı işlerde, ölçülü hareket etmesi ve tedbirli olması gerekmektedir. Zira insan, su üzerindeki saman çöpü gibi, hadiselerin seyrine tâbî olacak bir acz içinde yaratılmış değildir.



Tedbir, dinimizin koyduğu hükümleri dikkate alıp, yapmayı düşündüğümüz bir işin bu hükümlerden hangisine varıp dayanacağını peşinen tefekkür etmek ve iyiye yönelik teşebbüste bulunmaktır. Diğer bir ifade ile, işlerimizi "havf" ve "recâ" sınırları içinde yürütmek ve hayırlı sonuçlar elde edecek şekilde tatbik safhasına koymaktır.

Tedbir, "deveni bağla ve tevekkül et" (134) buyuran Resulullah (s.a.v.)'ın emrine uyarak, her işi makul bir esasa bağlamaktır. Cenâb-ı Hak, bu hususlara işaret eden bir âyet-i kerimede "(Bu Kur'an), âyetlerini iyice düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır" (135).

İnsan vücudunun zuhuruna sahne olduğu işler, "ıztırârî" ve "İhtiyârî" olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Iztırârî işler, kulun iradesi dışında vukua gelen fiillerdir. İnsan istese ve uğraşsa da bunların seyrini değiştiremez. Boyumuzun istenilen miktardan daha fazla uza-ması veya arzu edilenden daha kısa kalması, çeşitli sebeplerle elleri-mizin titremesi ve saçlarımızın ağarması gibi.

İhtiyârî işlere gelince, bu fiiller, kazanma ve yaratma olmak üzere iki yönlüdür. İşi yapma ve kazanma cephesi, kula dönük; yaratma cephesi, Allah Teâlâ'ya müteveccihtir. Namaz, oruç ve hac gibi vazifeler; ilim öğrenmek gibi ferdî çalışmalar ve dünya ile ilgili mesâiler gibi.

İhtiyârî işlerin meydana gelmesinde kazanma ile yaratma, zaman bakımından o kadar âhenkli ve birbirine yakın olarak işlemektedir ki, bazı kimseler, hatalı düşüncelerden kendini kurtaramayıp "Ben istersem şöyle yaparım, böyle keserim" gibi sözler konuşmaktadırlar. Bu ve benzeri laflar, ifratta yanılmadır. İhtiyârî işlerin Cenâb-ı Hakk'a müteveccih yönüne bakarak, "Nasıl olsa bir işi yaratan Allah Teâlâ'dır. Benim tedbir almanın bir faydası yoktur" demek de tefritte hataya düşmektir. Hadiseleri her iki yönü ile bir arada tahlil ve tetkik etmek, itidal üzere hareket ve orta bir yol olmaktadır.
Lüzum ve zaruretine işaret ettiğimiz tedbir, takdire aykırı bir tutum değil, İslâmî esaslara uygun bulunan bir teşebbüstür. Bu hususa ışık tutan bir hadisi şerifte "Tedbir gibi akıl, (kendini haramdan) alıkoymak gibi verâ ve güzel ahlâk gibi bir şeref yoktur" buyurulmaktadır (136).

Peygamberimiz Hz. Muhammmed (s.a.v.)'in, Medine'ye hicret sırasında, şimâl istikametine gitmesi gerekirken aksi yöne gitme taktiğini uygulaması, Sevr dağındaki mağarada gizlenmesi, gece yolculuğunu ve işlek olmayan yolları tercih etmesi, biz ümmetlerine örnek teşkil edecek kıymette "tedbirler olmaktadır.

Takdir ve tedbir mevzuunda ashab-ı kiramın hayatından bir misal sunmak istiyoruz. Halife bulunan Hz. Ömer, ashabtan bir kısmı ile Şam'a gidiyordu. Onun geleceğinden haberdar olan Şam valisi Ebu Ubeyde (r.a.), civar şehirlerin valileri ile birlikte, "Serg" adı verilen yerde Hz. Ömer'i karşıladılar ve Şam'da "tâun" hastalığının yaygın bulunduğunu haber verdiler.

Hz. Ömer, Abdullah bin Abbâs (r.anhümâ) vasıtası ile ilk muhâcirleri davet edip, Şam'a gidip gitmemek hususunda fikirlerini sordu. Onlar bu mevzuda birbirinden farklı görüş ileri sürdüler. Daha sonra, Ensar'ı çağırtıp nasıl hareket etmek gerektiğini kendilerinden sordu. Bunlar da, muhacirler gibi, değişik beyanlarda bulundular.

Halife Hz. Ömer, fetihten önce Müslüman olan Kureyş'in yaşlılarını huzuruna celp edip bu durumu kendileri ile istişare etti. Bunlar, tedbirli hareket etmeyi ve halkı tâun hastalığının üzerine götürmeyip geri çevirmeyi ittifakla tavsiye ettiler. Hz. Ömer, "Ben hazırlanıyorum, siz de hazırlanınız" diye emir verdi. Bunun üzerine Ebu Ubeyde bin Cer-rah (r.a.):

— "Yûce Allah'ın kaderinden kaçmak için mi (dönmeye) teşebbüs ediyorsun?" dedi. Hz. Ömer:
"Ey Ebu Ubeyde! Bunu senden başkası söylemiş olsaydı şaşmazdım" dedi ve sözüne şöyle devam etti: "Evet, Allah'ın bir kaderinden diğer bir kaderine kaçıyorum" cevabını verdi.

Bazı ihtiyaçlarını görmek üzere ayrılmış bulunan Abdurrahman bin Avf (r.a.) bu sırada dönüp geldi. Durumdan haberdar olunca: "Bu hu-susta bende bilgi var. Ben, Resulullah (s.a.v.)'i şöyle söylerken işittim: Bir yerde veba bulunduğunu duyarsanız, oraya varmayınız. Siz bir yerde bulunurken (bu hastalık) vuku bulsa kaçmak için oradan çıkmayınız". Hz. Ömer, aldığı bu haber üzerine, Allah'a hamd etti ve geri döndü (137).

Rabbimizin takdir-ilâhîsi "kazâi mübrem" nev'ine dâhilse onda bir değişiklik olmaz. Bu kabil işlerin tahakkuk safhasına çıkmasından önce tedbir almaktan dolayı sorumlu olmayız. Şâyet takdir-i ilâhî "Kazâi muallak" nev'inden bulunuyor ise, aldığımız tedbirler, ilâhî tecellilerin lehimize gelişmesine vesile olur. "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir" (138) meâlindeki âyet-i kerime ile, "Allah, dilediğini mahveder, (dilediğini de) isbat eder" (139) mânâsına gelen âyet-i celile, bu husu-sun belgeleri olmaktadır. O halde, üzerimize düşen tedbiri almalı, bundan sonra takdiri ilâhînin neticesini gözetmeliyiz. Akla ve hikmete uygun olan yol budur.

(132)Sûre-i Fussılet, 25.
(133) Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 1, s. 302.
(134) Feyzü'l-Kadir, c. 4, s. 530.
(135)Sûre-i Sâd, 29.
(136) Feyzü'l-Kadir, c. 6, s. 434.
(137) Buhârî, c. 7, s. 21.
(138) Sûre-i Furkan, 70. (139)Sûre-i Ra'd, 39.