3-Mutasavvıflar

Üçüncü sınıf, mutasavvıflardır. Mutasavvıfların gururu ne kadar da çoktur! Onlardan mağrur olan birçok gruplar vardır. Zamanımızın mutasavvıfları onlardan bir gruptur. Ancak Allah'ın koruduğu bir kimse bundan hariçtir. Onlar elbise, görüntü ve konuşmakla mağrur olmuşlardır. Doğru sûfîler, elbise, görüntü, lâfız, edep, merasim ve ıstılahlarında, sima, raks, taharet, namaz, başeğerek seccadeler üzerinde oturmak, düşünen bir kimse gibi başını koltuğuna almak, derinden nefes almak, konuşmakta sesini alçaltmak ve daha nice şemail ve heyetlerde onlara uymaktadırlar. Fakat bu şeyleri zoraki bir şekilde nefislerine tatbik edip doğru süfîlere kendilerini benzettikleri zaman, kendilerinin de o sûfîlerden olduklarını zannederler. Hiçbir zaman nefislerini mücâhede, riyazet, kalbin murakabesi, bâtın ve zahiri gizli ve açık günahlardan temizlemek hususunda yormazlar. Oysa bütün bunlar tasavvuf konaklarının başlangıcıdır. Eğer bütün bu konakları geçmiş olsaydılar, yine de nefislerim o sadık sûfîler arasında saymaları caiz olmazdı. Nasıl nefislerini sûfilerden sayacaklar? Oysa tasavvufun kenarında bile gezmemişlerdir. Sûfîliğin hiçbir şeyini nefislerine tattırmamışlardır. Aksine harama, şüphelilere ve sultanların mallarına üşüşmektedirler! Bir ekmeğe, bir taneye bile imrenmektedirler. Az bir menfaat için bile birbirlerini kıskanırlar. Bazısı diğerinin namusunu herhangi bir hedefinde kendisine muhalefet ettiği takdirde, yırtıp pay u mal etmektedir. Bunların gururu zahirdir.

Misalleri, ihtiyar bir kadının misâline benzer. Bu ihtiyar kadıncağız, kahramanların ve yürekli muhariblerin isimlerinin padişahlık defterine yazıldığını ve onların her birine memleketin bir parçasının idaresinin verildiğini işitmiş, bu kocakarının nefsi de kendisine memleketin bir köşesinin verilmesine müştak olmuş, o da bir savaş elbisesi giymiş, başına bir miğfer koymuş, kahramanların nağmelerinden birkaç beyit öğrenmiş, o beyitleri onların şivesiyle söylemeye -nefsini zorlaya zorlaya- alışmış, o kahramanların savaş meydanında nasıl böbürlenerek gezdiklerini öğrenmiş, ellerini nasıl salladıklarını öğrenmiş, elbisede, konuşmada, hareket ve hareketsizlikte onların bütün hallerini- öğrenmiş, sonra ismini kahramanlar defterine geçirtmek için ordugâha yönelmiştir. Ordugâha vardığı zaman, arz dîvanına (teftiş heyetine) gönderilmiş, başındaki miğferin, sırtındaki zırhın soyulması ve altına bakılması, bazı kahramanlarla mübareze etmek suretiyle imtihan edilmesi emredilmiştir ki böylece kahramanlıktaki derecesi ölçülmüş olsun. Miğfer ve zırhtan soyunduğu zaman bir de ne görülsün? Zayıf ve ihtiyar bir kadın... Ne zırhı kaldırabilir, ne miğferi... Bu bakımdan o kadına denilmiş ki: 'Sen sultan ile istihza etmek, onun huzurundakileri hafife almak ve onlarla dalga geçmek için mi geldin! Bu acûzeyi tutun, filin önüne atın. Akılsızlığından dolayı bu cezayı ona tatbik edin!' Zavallı kadında filin önüne atılır.

İşte yapmacık olarak sûfilik iddia edenlerin hâli de kıyamette böyle olacaktır. Onların maskeleri kaldırıldığında, yamalı elbiselere ve kisveye bakmayan, aksine sadece kalbin sırrına bakan en yüce hâkimin (Allah'ın) divanına arzolundukların da perişan olacaklardır!
Başka bir grup vardır ki bu gruptan daha fazla gurura kapıldılar; zira elbise ve kıt maişet hususunda ehl-i tasavvuf'a uymak bu gruba pek zor geldi. Oysa bunlar, sufi görünmek istediler. Tasavvuf ehlinin kisvesiyle kisvelenmenin zorunlu olduğunu hissettiler.

Dolayısıyla, ipekliyi, ibrişimi terkettiler. Fakat güzel olan yamalı elbiseler, kıymetli fotalar, boyalı seccadeler edindiler. Kıymetçe ipekli ve ibrişimden daha üstün olan elbiseler giydiler. Onlar sadece elbisenin yamalı olmasıyla, boyasıyla sûfi olacaklarını zannettiler. Gerçek mutasavvıfların devamlı elbiselerini yıkamakla uğraşmamak, kalp murakabesini tam yapmak için elbiselerini boyadıklarını zannettiler. Oysa sûfîlerin yamalı elbiseyi giymelerinin hikmeti; onların elbiselerinin fazla kullanılmaktan yırtılmış olmasıydı. Mecburen yamalı giyerler. Böylece yeni elbise giymeye ihtiyaç vâki olmazdı.
Kıymetli fotayı parça parça yapıp parçalarını (renkli iplikle) dikmeye gelince, bu onların âdetine nereden benziyor? Bu grubun ahmaklığı, ahmaklıkta bütün mağrurların ahmaklığından daha açıktır; zira bu mağrurlar, nefis ve kıymetli elbiseler giyer, lezzetli yemekler yer, en iyi şekilde yaşarlar. Sultanların mallarını yerler. Zâhirde bile günahlardan sakınmazlar. Bâtında ise, hiç sakınmazlar. Bütün bunlara rağmen nefisleri için hayır umarlar. Bunların şerri halk tabakasına sirayet eden şerlerdendir; zira bunlara uyan helâk olur. Bunlara uymayanların ise, tasavvuf ehlinin tümü hakkında akideleri bozulur ve bütün tasavvuf ehlinin böyle olduğunu zannederler. Dolayısıyla doğru olan mutasavvıflar hakkında da kötü dil kullanırlar. Bütün bunlar hakikî mutasavvıflardan olmayıp zâhirde kendini onlara benzetenlerin uğursuzluğundan ve şerrinden ileri gelir!

Başka bir grup da marifet ilmine, hakkın müşahedesine, makam ve hallerden geçtiğini, ayn-ı şuhud'da daim bir şekilde bulunduğunu, kurbete (yakınlığa) vâsıl olduğunu iddia eder. Oysa bunları ancak lâfızlarla ve isimlerle tanırlar. Çünkü birkaç kelimeyi ezberlemiş, durmadan onları tekrar ederler. Zannederler ki bu kelimeleri bilmek, başlangıcın ve sonun ilminden daha yücedir. Bu kimse, fakihlere, tefsir âlimlerine, muhaddislerin ve ulemanın diğer sınıflarına bile hakaret gözüyle bakar. Halk tabakası nerede kaldı?! Hatta çiftçi çiftini, örücü örgü sanatını bırakır, belirli günlerde bu lafazanların arkasına takılır. Onlardan o müzeyyef kelimeleri öğrenir. Sanki vahiyden konuşuyormuş gibi o kelimeleri tekrar edip durur. Sanki sırların sırrından haber veriyormuş gibi bir poza bürünür. Bununla bütün âbid ve âlimleri hakir görmeye başlar. Bu bakımdan âbidler hakkında 'Onlar, nefsini yoran işçilerdir'. Alimler hakkında da 'Onlar Allah'tan haber vermekle hakikatten perdelenmişlerdir' der. Nefsi için de 'hakka vasıl olduğunu' iddia eder. Allah'ın dergâhına yakın olanlardan bulunduğunu söyler. Oysa Allah katında münafık ve facirlerden, basiret sahiplerinin katında da ahmak ve cahillerdendirler. Hiçbir ilme hakkıyla vakıf olmamış, hiçbir kötü huyunu temizlememiş, hiçbir amelini murakabe etmemiş, hevâ-i nefsine tâbi olmaktan, hezeyanları öğrenmekten başka hiçbir kalbî murakabede bulunmamıştır.
Başka bir grup ibâhîliğe (herşeyi helâl görmeye) düşmüş, şeriatın sergisini katlayıp toparlamış, ahkâmı tamamen bir kenara itmiş, helâl ve haramı aynı seviyede görmüşlerdir. Bunlardan bazısı 'Allah benim amelime muhtaç değildir. O halde ben nefsimi neden yorayım' demektedir.

Bazısı da 'İnsanlar kalplerini şehvetlerden ve dünya sevgisinden temizlemekle mükellef kılınmışlardır. Oysa böyle yapmak muhaldir. Bu bakımdan insanlar (Allah tarafından) mümkün olmayan bir şeyle mükellef kılınmışlardır. Bu teklif ile ancak tecrübe sahibi olmayan bir kimse aldanabilir. Biz ise denedik ve bunu yapmanın muhal olduğunu idrâk ettik!' der. Oysa bu ahmak bilmez ki insanlar, şehvet ve öfkeyi temelinden kalbinden söküp atmakla değil, ancak şehvet ve öfkenin maddesini sökmekle mükellef kılınmışlardır. Öyle ki şehvet ve öfke, akıl ve şeriatın hükmüne râm olacak dereceye gelmelidir.

Bu ahmaklardan bazıları da şöyle der: 'Azalarla yapılan amellerin bir kıymeti yoktur! Önemli olan kalptir. Bizim kalplerimiz Allah sevgisiyle mest olmuştur. Allah'ın marifetine varmıştır. Biz dünyaya ancak bedenlerimizle dalıyoruz. Kalplerimiz ise rububiyet huzurunda durmakta... Bu bakımdan biz kalplerimizle değil, zâhirlerimizle şehvetlerimizle beraberiz'.
Bu zavallılar, halk derecesinden yükseldiklerini, nefsi, bedenî amellerle temizlemekten müstağni olduklarını, şehvetlerin kendilerini Allah'ın yolundan, kuvvetlerinden ötürü alıkoymadığını iddia ederler. Dolayısıyla nafilelerinin derecesini, peygamberlerin derecesinden daha üstün görürler; zira peygamberleri (a.s) bir tek hata bile Allah'ın yolundan geciktirir. Hatta onlar o hata için ağlar ve arka arkaya birkaç sene matem tutarlar.

Kendisini sûfîlere benzeten ibahiyeci (herşeyi helâl gören)lerin gurur sınıfları sayılamayacak kadar çoktur. O yanlışlık ve vesveselerle şeytan onları aldatır. Çünkü onlar ilmi güzelce elde etmeden önce mücahedeye başlamışlardır. Çünkü onlar dinde ve ilimde gelişmiş, önder olmaya elverişli olan bir mürşide uymamak-tadırlar. Bunların sınıflarını saymak oldukça uzar.

Başka bir grup, bunların hududunu da aşmıştır. Amellerden sakınmış, helâli aramış, kalbin teftişiyle meşgul olmuştur. Hatta bu gruptan biri zühd, tevekkül, rıza ve sevgi'den birçok makamlara vâsıl olduğunu iddia eder. Oysa bu makamların hakikatine, şartlarına, alâmetlerine ve âfetlerine vâkıf değildir. Bunlardan bazıları da Allah için vecde kapıldığını ve muhabbet sıfatına sahip olduğunu iddia eder. İddia eder ki Allah ile mestolmuştur. Halbuki Allah hususunda bid'at ve küfür olan bazı karartılar ve hayalleri tahayyül etmiştir. Dolayısıyla Allah'ı tanımadan önce Allah'ın muhabbetini iddia etmiştir. Sonra bu kimse Allah'ın hoşuna gitmeyen şeyleri yapmaktan, nefsinin hevasını Allah'ın emrine tercih etmekten, halktan utanarak bazı emirleri terketmekten vazgeçmez. Eğer tek başına bulunsaydı, Allah'tan utanarak o emirleri terketmezdi. Bütün bu yaptıklarının Allah sevgisine zıd düştüğünü bilmezdi. Bazıları da kanaat ve tevekküle, arada sırada meyleder, azıksızca çöllere dalar ki tevekkül davasını tasfiye etsin! Böyle yapmanın seleften ve sahabeden nakledilmemiş bir bid'at olduğunu bilmez. Oysa selef tevekkülü kendisinden daha iyi biliyordu. Oysa onlar tevekkülün ruhunu tehlikeye atmanın, azığı terketmek mânâsına geldiğini düşünmemişlerdir ve tevekkül kelimesinden bu mânâyı çıkarmamışlardır. Aksine onlar azığa değil, Allah'a tevekkül ettikleri halde azıklanırlardı. Bu zavallı ise, sebeplerden herhangi birine tevekkül ettiği ve güvendiği halde azığı çoğu zaman terkeder. Kurtarıcı makamlarda gurur bulunmayan ve o gururla mağrur olmayan bir kavim yoktur. Biz âfetlerin giriş noktalarını kitabın Münciyat (Kurtarıcılar) bölümünde zikretmiştik. Burada anlatılmasına gerek yoktur.

Diğer bir grup da gıda hususunda nefsini oldukça dara sokmuştur. Hatta gıdadan katıksız helâli talep etmiş, fakat kalbin bu tek hasletinin dışında azaların kontrolünü ihmal etmişlerdir!

Bunlardan bazıları vardır ki, yemeğinde, elbisesinde, meskeninde helâli ihmal etmiştir. Bunun dışındaki şeylere, derinliğine dalmaya başlamıştır. Miskin bilmez ki sadece helâli talep etmekten ötürü, kul Allah'ın rızasına vasıl olamaz ve yine helâli talep etmeksizin diğer amellerden de Allah razı olmaz. Aksine Allah Teâlâ ondan ancak bütün ibâdet ve günahları kontrol ettiği takdirde razı olur. Bu bakımdan bu işlerin bazısının kendisine kâfi geldiğini ve kendisini kurtardığını zanneden kimse aldanmıştır.

Diğer bir grup da güzel ahlâk, tevazu, müsamahakârlık iddia eder! Dolayısıyla sûfîlere hizmet etmeye koyulmuşlar, bir kavmi bir araya getirmiş ve onların hizmetiyle kendilerini mükellef kılmışlar, bunu da riyasetin ve mal toplamanın tuzağı yapmışlardır. Bu grubun gayesi tekebbürdür. Oysa gayelerinin şefkat etmek olduğunu söylerler. Esas gayeleri kendilerine tâbi olacak insanları toplamaktır. Oysa hedeflerinin hizmet ve başkalarına tâbi olmak olduğunu söylemektedirler. Sonra onlar haramdan ve şüphelilerden topluyorlar ve toplamış olduklarını halka yediriyorlar ki etbaları çoğalsın, hizmet ediyorlar ki isimleri yayılsın.

Bazıları da sultanların mallarını alır, sûfîlere infak eder. Bazıları bu malları hac yolunda sûfîlere infak etmek için alır ve gayesinin sevap veya infak olduğunu iddia eder. Bütün bu sınıfları bu yanlışlara sürükleyen sebep riyakârlık ve şöhrettir. Bunun böyle olduğunun alâmeti, zâhirde ve bâtında Allah'ın kendilerine emrettiği şeyleri ihmal etmeleri, haramı alıp infak etmeye rıza göstermeleridir. Hac yolunda hayır için haram yediren bir kimsenin misâli, Allah'ın mescidlerini tâmir edip insan pisliğiyle sıvayan bir kimseye benzer. Bu kimse de böyle yapmaktan gayesinin mescidleri tamir etmek olduğu iddia eder.

Başka bir grup da mücâhede, ahlâkları temizleme, nefsi ayıplarından arındırma ile meşgul olmuşlar ve bu hususlarda oldukça derine inmişlerdir, Bu bakımdan nefsin ayıplarını araştırmayı, hilelerini bilmeyi kendilerine ilim ve sanat edinmişlerdir. Bunlar, hallerinde nefsin ayıplarını araştırmakla meşguldürler. Bu bakımdan derler ki 'Şu, nefis hakkında ayıptır. Bunun ayıp olduğunu bilmemek de ayıptır. Ayıp oluşuna iltifat etmek de ayıptır' ve böylece bu hususta, öğrenilmesinde vakitlerin zayi olması sözkonusu olan zincirleme kelimelerle âdeta sarhoş olmaktadırlar. Oysa hayatı boyunca ayıpları tedkik ve ilaçlarının ilmini yazmakla meşgul olan bir kimse, tıpkı haccın engellerini ve âfetlerini tedkik etmekle meşgul olan, haccm yoluna gitmeyen bir kimse gibidir. Bu kimsenin sadece tedkiki kendisine bir fayda sağlamaz.

Başka bir grup da bu mertebeyi geçmiş, yolun sulûküne başlamış, kendilerine mârifet kapıları açılmıştır. Onlar mârifetin başlangıçlarından herhangi bir kokuyu kokladıkları zaman hayrete kapılıp bununla sevinirler. Bu kokunun garabeti kendilerini şaşkınlığa sevkeder. Kalplerini buna iltifat etmeye bağlarlar. Bu hususta düşünmek, bunun kapısının kendilerine nasıl açıldığını ve başkasına nasıl kapandığını araştırmakla uğraşırlar. Bütün bunlar gururdur; zira Allah Teâlâ'nın yolunun acaiplikleri sonsuzdur. Eğer her acaiplikle beraber durup onunla uğraşırsa adımları kısalır, maksada varmaktan mahrum olur. Bunun misâli, bir sultanı görmek isteyen, sultanın bahçesinin kapısında durup içinde rengarenk çiçekler bulunan bir bahçe gören ve bundan önce bu bahçenin benzerini görmeyen, dolayısıyla durup o bahçeyi hayran hayran seyreden, sultan ile görüşme vakti geçip gidinceye kadar sarhoş bir şekilde bahçeye bakan bir kimsenin misâli gibidir.

Başka bir grup da bunları dahi aşmışlardır. Allah yolunda üzerlerine akan nûrlara ve kendileri için müyesser olan ilâhî atiyyelere iltifat etmemişler, bunlara sevinmenin hududuna bile yaklaşmamışlar, iltifat etmedikleri gibi, durmadan seyrine devam etmişler, sonunda bârigâh-ı izzete yaklaşmışlardır. Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın yakınlığının hududuna varmışlardır. Burada Allah'a vasıl olduklarını sanarak durmuşlar ve yanılmışlardır; zira Allah Teâlâ'nın nûrdan yapılmış yetmiş perdesi vardır. Sâlik yolda bulunan bu perdelerin birisine vardığı zaman Allah'a vardığını sanar. Hz. İbrahim'in sözünde buna işaret vardır; zira Allah Teâlâ Hz. İbrahim'den haber vererek şöyle buyuruyor:

Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü. 'Bu muymuş benim rabbim?' dedi.(En'âm/76)

Buradaki yıldızdan parlayan cisim kastedilmiyor; zira Hz. İbrahim (a.s) yıldızların bir tane değil, çok olduğunu biliyordu. Cahiller bile yıldızların ilâh olmadığını bilmektedirler. Bu bakımdan cahil köylüyü bile kandırmayan yıldız Hz. İbrahim'i nasıl kandırabilir? Yıldızdan murad, Allah'ın perdelerinden olan nurlardan bir nûrdur. Bu nûr, sâliklerin yolu üzerinde bulunur. Allah'a varmak, bu perdelere varmakla ancak tasavvur edilebilir. Bu perdeler nûrdandır. Bazıları diğerinden daha büyüktür. Nûr vericilerin en küçüğü kevkeb denilen yıldızdır. Bu bakımdan nûr için kevkeb kelimesi kullanılmıştır. Nûrların en büyüğü güneştir. Aralarında ay mertebesi vardır. Bu bakımdan İbrahim (a.s) göklerin melekûtunu (âlemini) basiretiyle gördüğü zaman Allah Teâlâ'nın buyurduğu şekilde oldu:

Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki yakîn sahibi olsun!
(En'âm/75)

Hz. İbrahim, bir nûrdan diğer bir nûra varıyor. Vardığı nûrun öncesinde Allah'a vardığını tahayyül ediyor. Sonra kendisine bunun ötesinde bir emir olduğu keşfolunuyor. Bu bakımdan o emre yükselince 'ben vardım' diyordu. Kendisine onun ötesindeki keşfolunuyor. Böylece ondan sonra ancak Allah'a vusul olan en yakın perdeye vâsıl oldu ve dedi ki: 'Bu en büyüğüdür' Vakta ki kendisine bunun büyüklüğüne rağmen noksanlıktan hali olmadığı, kemal zirvesinden düşeceği anlaşılınca dedi ki: 'Ben batanları sevmem! Şüphesiz ben hak dine (tevhide) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben ona ortak koşanlardan değilim'.

Bu yolun yolcusu bazen, bu perdelerin bazısının üzerinde durduğu zaman aldanır. Bazen birinci perde ile aldanır. Allah ile kul arasındaki ilk perde, kulun nefsidir; zira nefis de rabbânî bir emirdir. O da Allah'ın nûrlarından bir nûrdur. Nefisten maksadım, kalbin sırrıdır. Öyle sır ki hakkın bütün hakîkati orada tecelli eder. Hatta o sır bütün âlemi kaplamaya ve bütün âlemin sureti orada tecelli etmeye yeterlidir. Bu anda nûru büyük bir şekilde parlar. Zira onda, bütün varlık olduğu gibi belirir. O emrin başlangıcında bir pencere ile mahduddur ki o pencere onun için bir perde gibidir. Ne zaman ki onun nûru tecelli edip, Allah'ın nûru onun üzerine doğar, kalbin güzelliği keşfolunursa o zaman kalp sahibi kalbe iltifat eder. Onun üstün cemalinden, aklını başından alacak bir miktarını görür. Bazen de bu dehşet içerisinde dili sebkat ederek 'Ben Hakk'ım der.

Eğer bunun ötesi ona görünmezse, onunla aldanır. Onun üzerinde durur ve helâk olur. Birçok kişi, ilâhî huzurun nûrlarından küçücük bir kevkeb (yıldız) ile aldanır. Oysa daha güneşe değil de aya bile varmamıştır. Bu bakımdan bu kişi aklanmıştır. Bu makam, şaşırma ve karıştırma yeridir; zirâ bu makamda tecelli eden, kendisinde tecelli vâki olan yer ile karıştırılır! Nitekim aynada görülenin renginin, ayna ile karıştırıldığı gibi... Zannediliyor ki bu renk aynanın rengidir ve nitekim kadehte olanın, kadeh ile karıştırıldığı gibi... Bu hususta şöyle denilmiştir:

Kadeh inceldi! Şarab inceldi. Birbirlerine benzediler; (ayırd etmek zorlaştı).
Sanki şarab var! Kadeh yok! (veya sanki kadeh var, şarab yok!)

Hristiyanlar Hz. İsa'ya bu gözle baktılar. Allah'ın nûrunun onda parladığını gördüler. Dolayısıyla o hususta yanıldılar. Tıpkı bir yıldızı aynada veya suda görüp o yıldızın aynada veya suda olduğunu zanneden kimse gibi... Bu kimse yıldızı tutmak için elini yıldıza uzatır. Oysa aldanmıştır.

Allah'a giden yolun sulûkünde gururun çeşitleri ciltler dolusu ve sayılmayacak kadar çoktur. Ancak mükâşefe ilimlerinin hepsini şerhettikten sonra sayılabilir. Bu ise söylenmesinde ruhsat olmayan kısımlardandır. Bizim zikrettiğimiz miktarı da terketmek, zikretmekten daha evlâdır; zira bu yolun yolcusu onu başkasından dinlemeye muhtaç değildir. Bu yola gitmeyene ise, dinlemek fayda vermez. Aksine çoğu zaman dinlemekle zarar görür; zira dinlemek, anlamadığı birşeyi dinlediği için onu dehşete sürükler. Fakat onda bir fayda vardır. O da kişinin içinde bulunduğu gururdan kişiyi kurtarmaktır. Hatta bazen, işin zan ve hayal ettiğinden daha büyük olduğunu kısa zihni, sınırlı hayali ve süslü cedeliyle tasdik eder. Yine Allah'ın velîleri tarafından haber verilen ve kendisinden hikâye edilen mükâşefelerle de tasdik edilir. Gururu büyüyen bir kimse, çoğu zaman şu anda dinlediğini yalanlamakta ısrar eder durur. Nitekim daha önce dinlediğini de yalanladığı gibi...