8.Aile Sahibi Kimselerin Tevekkülü

Ailesi olan bir kimsenin hükmü, tek başına olandan ayrılır; zira tek başına olan bir kimsenin tevekkülü ancak iki şey ile doğru olabilir:

Birincisi, birşey beklemeksizin ve nefsi daralmaksızın bir hafta açlığa tahammül etmesidir.
İkincisi, daha önce zikrettiğimiz iman bablarındandır. Rızık kendisine verilmediği zaman ölümü seve seve karşılamaktır. Çünkü bu takdirde, rızkının ölüm ve açlık olduğunu bilir. Bu her ne kadar dünyada eksiklik ise de ahirette yüceliktir. Dolayısıyla kendisi için en hayırlı olanın, iki rızıktan, kendisine verilenin olduğunu görür ve kendisiyle öleceği hastalığın bu olduğunu ve buna razı bulunduğunu, kendisi için böyle takdir olunduğunu görmesi, bu iman kapılarının kısımlarındandır. Böylece tek başına yaşayan bir kimsenin tevekkülü tamamlanır. Aile sahibinin ailesini açlığa karşı sabretmeye zorlaması caiz değildir. Ailesinin tevhid'e olan imanı ve eğer açlıkla ölüm olursa, bunun esasında güzel bir rızık olduğuna inanmak ve imanın diğer kapılarına takarrür ettiğinin tesbiti mümkün değildir.

Madem ki durum budur o halde kişiye, aile fertleri hakkında ancak kazanan bir kimsenin tevekkülü gerekir. Bu da üçüncü makamdır. Tıpkı Hz. Ebubekir'in (r.a) tevekkülü gibi; zira kazanmak için çıktı. Çöllere dalmak, aile efradını haklarında tevekkül ederek bırakmak veya haklarında tevekküle kapılarak durumlarına ihtimam etmeden oturmak haramdır. Bazen bu durum onların helâk olmasına yol açar ve kişi bundan muâhaze edilir. En güzeli şudur: Kişi ile aile fertleri arasında fark yoktur. Çünkü eğer aile fertleri bir müddet açlığa karşı sabredip açlıktan öldüklerinde 'Bu ölümün esasında bir rızık ve ahirette bir ganimet olduğuna güvenmek' hususunda ona yardım ederlerse, bu takdirde onlar hakkında tevekkül edebilir; zira kendi de onların içindedir. Nefsini zayi etmesi de caiz değildir. Ancak nefis, bir müddet aç kalmaya razı olup kendisine yardım ederse durum değişir! Eğer buna gücü yetmiyorsa ve böyle yapmakla kalbi muzdarip olup ibadeti sekteye uğruyorsa bu hususta tevekkül etmek kendisine caiz değildir.

Rivayet olunuyor ki Ebu Turab en-Nahşebî, üç gün aç kaldıktan sonra, yemek için elini bir kavun kabuğuna uzatan bir sûfîye dedi ki: 'Tasavvuf sana uygun değildir! Sen pazara git, ticaret yap!' Yani tasavvuf ancak tevekkülle beraber olur. Tevekkül de ancak üç günden fazla yemek yemeden sabredebilecek bir kimse için doğrudur.

Ebu Ali Ruzbarî dedi ki: Fakir, beş gün aç kaldıktan sonra 'ben acıktım' derse, onu ticaret yapması için pazara gönderiniz. Ona çalışmayı ve kazanmayı emrediniz. O zaman kişinin bedeni aile efradından sayılır. Bedenine zarar veren şey hususunda tevekküle kapılması, tıpkı aile fertleri hakkındaki tevekkülü gibidir. Ancak bir noktada ondan ayrılır. 'Nefsini açlığa karşı sabretmeye zorlayabilir, fakat ailesini zorlayamaz'.
Bu sözlerden anlaşıldı ki tevekkül, tamamen sebeplerden kopmak değildir. Mağdur olsa bile rızık gecikirse ölüme razı olmaktır. Şehir ve köylerden ayrılmamak veya gıda yerine geçen şeylerden uzak olmayan çöllerden ayrılmamaktır. İşte bütün bunlar diri kalmanın sebepleridir. Fakat bu faktörler, bir tür eziyetle beraber,diri kalmanın sebebi olabilirler. Çünkü bunlara devam etmek ancak sabırla mümkün olur. Şehirlerdeki tevekkül, çöllerdeki tevekkülden sebeplere daha yakındır. Bütün bunlar sebeplerdendir. Ancak insan bunlardan daha açık sebeplere kaydığından bunları sebep olarak saymamışlardır. Bu da imanlarının zafiyetinden, harîsliklerinin şiddetinden, ahiret için dünyada eziyet çekmek husu-sundaki sabırsızlıklarnıdan, az sabırlı oluşlarından, uzun emel besleyip kötü zanda bulunduklarından dolayı kalplerini istila eden korkudan ileri gelmektedir.

Kim göklerin ve yerin saltanatına derin derin bakarsa, iki kere ikinin dört ettiği gibi kendisine görünür ki Allah Teâlâ mülk ve melekûtu öyle bir şekilde tedbir etmiştir ki ızdırabı terketse bile kulun rızkı elinden kaçmaz. Çünkü ızdıraptan aciz olanın bile rızkı elinden gitmeyecektir. Görmez misin, annesinin rahmindeki cenin hareketten aciz olduğu için onun göbeği, annesinin göbeğine nasıl yapışmıştır ki o göbek vasıtasıyla annesinin gıda fazlalıkları ona ulaşmaktadır? Bu ise, ceninin tedbir almasından ileri gelmiş birşey değildir. Sonra cenin annesinden ayrılınca, anneye çocuk için şefkati musallat kılınmıştır ki ister istemez o cenini besler. Allah Teâlâ ona sevgi ateşinden, onun kalbini alev alev yakan bir ateşle ona bu şefkati göstermeye mecbur etmiştir. Sonra yeni doğan çocuğun, yemeği çiğnemek için, dişleri olmadığından çiğnenmesi gerekmeyen sütü ona gıda yapmıştır.

Çünkü çocuğun mizacı gevşek olduğundan dolayı, ağır olan gıdaya tahammül edemez. Böylece anne rahminden ayrıldığında annenin iki memesinden ihtiyacı nisbetinde ona ince sütü bolca ihsan eder. Acaba bu, çocuğun veya annesinin tedbiriyle mi meydana gelmiştir? Çocuğa diğer yiyecekler uygun geldiği anda, Allah Teâlâ onun öğütmek için kesici ve öğütücü dişlerini bitirdi. Büyüyüp kendi kendini idare edecek çağa gelince öğrenme sebeplerini, ahiret yoluna sülûkünü kendisine kolaylaştırır. Bu bakımdan bülûğdan sonraki korkaklığı katıksız bir cehalettir. Çünkü, bülûğdan sonra maişet sebepleri eksilmez, aksine artmaktadır. Çünkü daha evvelce çalışmaya gücü yokken şimdi gücü vardır. Öyleyse gücü gittikçe arttı. Evet! Daha önce annesi veya babası olmak üzere, onun hakkında bir şahıs şefkatli idi. Bu şahsın onun hakkındaki şefkati ifrat derecesindeydi. Kendisine bir veya iki defa yedirir, içirirlerdi. Ona yedirmeleri Allah Teâlâ'nın onların kalbine sevgi ve şefkati musallat kılmasıyladır. İşte böylece Allah Teâlâ sevgi, rikkat ve merhameti bütün müslümanların veya o memleketin hakinin kalbine musallat kılmıştır. Öyle ki onlardan herhangi biri, bir muhtaç bulunduğunu hissetti mi, kalbi elem duyar, rikkate gelir. O ihtiyaç sahibinin ihtiyacını bertaraf etmeye koşar. O halde, daha önce onun için şefkat sahibi bir iken şimdi bin veya daha fazladır. Bu insanlar onu anne ve babanın kefaletinde gördükleri için özel bir şefkatçisi olduğunu bilip kendisine şefkat göstermiyorlardı. Çünkü onu muhtaç görmüyorlardı. Eğer onu yetim görseydiler merha-mete davet eden düşünce, fikir, müslümanların birine veya bir cemaatine Allah tarafından musallat kılınırdı ki onu alıp beslesinler! Şimdiye kadar kuraklık olmayan senelerde, çalışmaktan aciz olduğu ve koruyucusu olmadığı halde, açlıktan ölen hiçbir yetim görülmemiştir.

Allah Teâlâ kullarının kalbinde yaratmış olduğu şefkat vasıtasıyla yetimi korur. O halde, çocukluğunda meşgul olmadığı ve bakıcısı birken şimdi bin olduğu halde neden baliğ olduktan sonra kalbini, rızık dolayısyıla, meşgul eder? Evet! Anne şefkati daha kuvvetli ve daha haz vericidir. Fakat ne de olsa bir tanedir. İnsan fertlerinin şefkati, her ne kadar zayıf ise de onların tümünün şefkatinden hedefe götürücü bir durum meydana gelir. Nice yetim vardır ki babalı analı büyüyen kimselerin halinden daha güzel bir durumu Allah kendisine ihsan etmiştir. Bu bakımdan fertlerin zayıf olan şefkati, şefkati olanların çokluğu, fazlasıyla nimetlere dalmayı terketmekle ve zaruret miktarıyla iktifa etmekle cebrolunur. Şair çok güzel ifade etmiştir:

Bize yakın olduğunu iddia ediyor! Oysa biz, bize geleni zayi etmiyoruz. Yana yakıla fakirlikten ötürü bizden istiyor! Sanki ne biz onu, ne o bizi görüyor!
Anlaşıldı ki nefsi kırılan, kalbi kuvvet bulan, korku ile iç âlemi zayıf düşmeyen, Allah'ın tedbiriyle imanı kavileşen bir kimsenin kalbi daima mutmain olur ve Allah'a güvenir; zira onun en kötü hali ölmesidir. Oysa ölüm, mutmain olmayana da gelir. O halde
tevekkülün tamamlanması, bir taraftan kanaate, öbür taraftan da Allah'ın va'dettiğine güvenmeye bağlıdır. Lütfuyla tedbir ettiği sebeplere kanaat edenlerin rızkına kefil olan Allah (ce) va'dinde doğrudur. Bu bakımdan O'na kanaat et! Denediğin zaman, ummadığın, hesaplamadığın acaip rızıkların gelmesiyle kesinlikle va'din doğruluğuna kanaat getirirsin, sakın tevekkülünde sebeplere bakma! Aksine sebeplerin müsebbibine bak! Tıpkı kâtibin ka-lemine değil, kâtibin kalbine baktığın gibi! Çünkü kalemin hareketinin esas yeri orasıdır. İlk kıpırdatan birdir.

Bu bakımdan ondan başkasına bakmak uygun değildir. Azıksız çöllere dalan veya şöhretsiz şehirlerde oturan kişinin tevekkül şartı budur.
İbadet ve ilimde şöhret yapmış bir kimseye gelince, yirmi dört saatte bir defa -nasıl olursa olsun, fakat lezzetlilerden olmasınyemeğe ve dindarlara uygun olan sert bir elbiseye kanaat ettiğinde, hem umduğu, hem de ummadığı yerden daima ona gelir. Hatta bunun birkaç misli, ona gelir. Buna rağmen tevekkülü terkedip rızka ihtimam etmesi, zayıflık ve kusurluluğun en son derecesidir. Çünkü kişinin kendisine rızkı celbeden görünür bir sebeple meşhur olması, şöhreti olmayan bir kimsenin, çalışmakla beraber şehirlere girmesinden daha kuvvetlidir. Bu bakımdan dindarlar için rızka fazlasıyla ihtimam göstermek çirkindir! Hele âlimler için! Çünkü âlimlere yaraşan kanaattir. Kanaat eden bir âlime de eğer beraberinde varsa birçok kimseye de yetecek kadar rızık gelir. Ancak halkın elinden almak istemediği ve kendi el emeğinden yemek istediği zaman, bu isteği de sülûküne, ilim ve amelin zâhiriyle meşgul olup bâtınî seyri olmayan ve ilmiyle amel eden âlime bir yönden uygundur. Çünkü rızkı temin için çalışmak, fikren seyretmekten insanı alıkoyar. Bu bakımdan kişinin sülûkle meşgul olup sadaka vermekle Allah'a yaklaşmak isteyen bir kimsenin elinden nafakasını kabul etmesi, nafaka için çalışmasından daha evlâdır. Çünkü bu takdirde kişi sadece Allah'a ibadet etmeye hazır olur. Bir de nafakasını vermek suretiyle sevap elde etmeye çalışana yardımcı olur. Kim Allah Teâlâ'nın sün-net-i ilâhîsini izlerse rızkın sebeplere başvurma nisbetinde olmadığını bilir!

İran kisralarından biri, bir hâkime ahmak zengin ile akıllı fakirin durumunu sorduğunda, hâkim, cevap olarak 'Allah (c.c) halkı zatına muttali kılmak istedi; zira eğer her akıllıya rızık verip her ahmağı mahrum etseydi, akıllıya rızık verenin akıl olduğu
zannedilirdi!' demiştir. İnsanlar bunun hilafını gördükleri zaman dediler ki: 'Onlara rızık veren başkasıdır'. Onlar için zâhirî sebeplere güvenmek yoktur!
Şair demiştir ki: 'Eğer rızıklar akla göre verilseydi cehaletlerinden ötürü hayvanlar helâk olurdu'.