Hayatın Zarûrî İhtiyaçları Hakkında Zühd'ün

Zühd kuvvetine göre üç mertebeye ayrılır: Birinci Mertebe
En aşağı olan birinci derece, dünyayı istediği, kalbi ona meyyal olduğu ve nefsi dünyaya iltifat ettiği halde mücâhede ile dünyadan kaçınması ve zâhidlik yapmasıdır. Her ne kadar nefsi dünyaya meyyal ise de onunla cihad eder, onu alıkoyar, işte zâhidlik buna denir. Çalışma ve gayreti sayesinde zühd derecesine varan bir kimseye göre bu atılan ilk adımdır. Zühde meyyal bir kimse önce nefsini eritir, sonra kesesini...

Zâhid bir kimse ise, önce kesesini, sonra ibâdetle nefsini eritir. Evet zâhid, ayrıldığına karşı sabretmekle değil ibadetle nefsini eritir. Zâhidliğe kendisini zorlayan bir kimse ise tehlike ile karşı karşıyadır. Çünkü nefsi bazen galebe çalar, şehvet kendisini çeker, dünyaya ve istirahat etmeye ister az, ister çok olsun meyleder.

İkinci Mertebe
Dünyayı, istediği hedefe nisbetle hakir saydığından ötürü terkeden bir kimse, bir dirhemi iki dirhem için terkeden bir kimse gibidir. Böyle yapana, beklemek zorunda olsa bile bir dirhemi iki dirhem için bırakmak zor gelmez. Bu zâhid zühdünü görür, ona iltifat eder. Tıpkı mal satan bir tüccarın malı görüp bakması gibi... Öyle ki nefsini beğenip zühdüne hayran kalabilir. Zanneder ki kıymetli bir şeyi kıymetli birşey için terketmiştir! Bu durum da eksikliktir.

Üçüncü Mertebe
Bu, derecelerin en yücesidir. İsteyerek hem dünya, hem de zâhidliği hakkındaki şeylerden kaçınmasıdır. Böylece zâhidliğini görmez, bir şeyi terkettiğini de sanmaz. Çünkü dünyanın bir hiç olduğunu bilmiştir. Bu bakımdan çamurdan yapılmış çakılı terkedip cevheri alan kimse gibi olur. O cevheri hiçbir zaman çamurun karşılığı olarak görmez ve nefsinin birşeyi terkettiğini dedüşünmez. Allah'a ve ahiret nimetlerine nisbetle dünya, çamur parçasının mücevhere nisbetinden daha aşağıdır. İşte bu durum, zühdde kemâlin ta kendisidir. Bunun sebebi de mârifetin kemâlidir. Bu zâhid gibisi, dünyaya iltifat etmek tehlikesinden emindir. Tıpkı çamur parçasını mücevher karşılığı terkeden bir kimsenin bu alışverişten vazgeçmeyeceği gibi...

Ebu Yezid, Ebu Musa Abdurrahim'e96 'Hangi şey hakkında konuşursun?' diye sorunca cevap olarak 'Zühd hakkında!' dedi. 'Hangi şey hakkında zühd?' deyince de cevap olarak 'Dünya hakkında' dedi. Bunun üzerine Ebu Yezid elini sallayarak şöyle dedi: 'Zannettim ki o, birşey'in hakkında konuşuyor. Dünya ise birşey değildir. Onun nesi hakkında zühd yapılacaktır?'97

Dünyayı ahiret için terkedenin misâli mârifet ehli, kalbi mükâşefe ve müşahedelerle mamur olan kimselere göre padişahın kapısında bulunan ve kendisini kapıdan meneden bir köpekle karşı karşıya kalanın misâli gibidir. O kimse köpeğe bir lokma ekmek atar. Köpek o ekmekle meşgul olur. O da içeri girip padişaha yaklaşma şerefine nail olur. Öyle ki işini padişahın bütün memleketinde geçerli kılar. Acaba böyle bir kimsenin padişahın köpeğine atmış olduğu bir lokma ekmek karşılığında, padişah katında bu dereceye erdiği düşünebilir mi?

Bu bakımdan şeytanda Allah'ın kapısında bir köpektir. Halkı içeri girmekten meneder. Oysa kapı açık, perde aralıdır. Dünya da bir ekmek lokması gibidir. Eğer yersen, onun lezzeti sadece çiğnerkendir. Yutmakla sona erer. Tortusu midede kalır. Sonra tortu pisliğe dönüşür. Sonra da o tortuyu çıkarmaya mecbur olur. O halde padişahlık izzetine nail olmak için onu terkeden bir kimse, ona nasıl bir daha iltifat eder? Bütün dünya, yüz sene bile yaşasa bir şahsın dünyadan elde ettiği şey ahiret nimetine göre bir lokmanın dünya padişahlığına nisbetinden daha azdır. Zira sonlu olan bir şeyi sonsuz olana nisbet etmek olmaz. Dünya yakında sona erer, hatta kaygusuz bir insan için bir milyon sene devam etse bile... Yine ebedî nimete nisbet edilemez. Yaşamanın müddeti kısa, dünya lezzetleri karmakarışık olduğu halde, nasıl ebedî nimete nisbet edilebilir? Öyleyse, zâhid zühdüne iltifat etmez. Eğer hakkında zâhidlik yaptığı şeye iltifat ederse onu kıymetli birşey olarak gördüğü için iltifat eder. Onu kıymetli birşey olarak görmesi de mârifetinin kusurluluğundan ileri gelir. Bu bakımdan zühdün eksikliğinin sebebi mârifet eksikliğidir. Buraya kadar söylediklerimiz, zühd derecelerinin değişik olmasıdır.

Bunların her birinde de çeşitli dereceler vardır; zira zühde kendisini zorlayan bir kimsenin sabrın zorluğuna dayanması ve sabırdaki meşakkati nisbetinde çeşitlidir. Zühdüne hayranlıkla bakanın derecesi de zühde iltifat etmesi nisbetindedir.
Rağbet edilen şeye nisbetle zühdün bölünmesine gelince, bu da üç derecedir.

Birinci Derece
Bu en alt derecedir. İstenilen şey; ateş, kabir azabı, hesap münakaşası, sırat tehlikesi ve kulun önünde bulunan diğer korkular gibi elemlerden kurtulmaktır. Nitekim bu hususlar hakkında haberler varid olmuştur; kişi, hesap için durdurulduğunda susamış yüz deveye yetecek kadar ter akar. İşte zühdün bu derecesi, bu gibi dehşetlerden korkanların zühdüdür. Sanki bunlar acıdan kurtulmak için, yokluğa razı olmuşlardır, zira elemden kurtulmak mahzâ yoklukla mümkün olur.

İkinci Derece
İkinci derece Allah'ın sevabına, nimetine, cennette va'dedilen hûriler, köşkler ve benzeri lezzetlere rağbet ederek zâhidlik yapmaktır. Bu tür zâhidlik, ümit edenlerin zühdüdür. Zira bunlar yokluğa kanaat ederek, elemden kurtulmak için dünyayı terketmemişlerdir. Aksine daimî bir varlığa, sonsuz bir nimete tamah ederek terketmişlerdir.

Üçüncü Derece
Derecelerin en yücesi olan bu derece, kişinin Allah'a mülâki olmaktan başka bir hedefinin olmamasıdır. Bu bakımdan kalbi elemlere bakmaz ki onlardan kurtulmayı istesin, lezzetlere iltifat etmez ki onları elde etmeyi kasdetsin. Aksine emeli Allah ile olmaktır. O, öyle bir kimsedir ki hedefi bir noktaya yöneldiği halde sabahlamıştır. O, Allah'tan başkasını istemeyen gerçek bir muvahiddir. Çünkü Allah'tan başkasını isteyen bir kimse, başkasına ibâdet etmiştir! Her istenilen mâbuddur. Her isteyen de, isteğine nisbetle âbiddir. Allah'tan başkasını talep etmek gizli şirktir. Bu zühd, muhiblerin zühdüdür. Onlar âriflerin ta kendisidir. Çünkü ârif kişi, Allah'tan başkasını sevmez.

Ancak tanıdığını sever. Dinar ile dirhemi tanıyıp ikisini bir araya getirmeye gücü olmadığını bilen bir kişi nasıl ki bu takdirde dinardan başkasını almazsa, Allah'ı bilenin durumu da böyledir. Allah'ın cemâline bakmak lezzetini bilen, o lezzet ile hûrilerin, köşklerin ve ağaçların lezzetini bir araya getirmenin mümkün olmadığını da bilir. Bu kimse Allah'ın cemâlinden gayrisini sevmez ve başkasını O'na tercih etmez.

Zannetme ki cennet ehli, Allah'ın cemâline baktıklarında hûrilerin ve sarayların lezzetleri kalplerinde kalır! Aksine o lezzetler, Allah'ın cemâline bakmaya nisbeten dünya mülküne sahip olup yeryüzünün her tarafını istilâ etmenin ve halkı köle edinmenin lezzetine, bir kuşu yakalayıp onunla oynamanın lezzetine nisbeti gibidir. Cennet nimetlerini talep edenler, kalp sahiplerinin yanında, kuşla oynamak isteyip padişahlık lezzetini bırakan çocuk gibidir. Bu terkediş, padişahlığın lezzetini idrâk etmekten aciz olduğundan ileri gelir. Yoksa kuş ile oynamak, bütün halka padişah olmaktan daha yüce ve lezzetli değildir. Kendisinden yüz çevirilen şeye izafeten zühdün bölünmesine gelince, bu hususta birçok fikirler ileri sürülmüştür. Bu fikirlerin yüzden fazla olduğu tahmin edilir.

Fakat biz, çeşitli sözleri nakletmekle meşgul olmayacağız. Ancak bütün tafsilâtı kapsayıcı bir konuşmaya işaret edeceğiz ki bu hasusta ileri sürülen fikirlerin çoğunun bütün ko-nuyu kapsamaktan aciz olduğu meydana çıksın. Bu bakımdan deriz ki: Zâhidlik sûretiyle kendisinden yüz çevrilen şeyin icmâl ve tafsilâtı vardır. Tafsilâtının da mertebeleri vardır. O mertebelerin bazısı, kısımları daha fazla izah eder, bazısı da cümleleri izah etmek için daha elverişlidir.

Birinci derecedeki icmale gelince, kendisinden yüz çevrilen, Allah'tan başka her şeydir. Bu bakımdan (şahsın), Allah'tan başka herşey hakkında, hatta kendi nefsi hakkında bile zâhidlik yapması gerekir. İkinci derece hakkındaki icmâl, nefsin, içinde lezzet bulu-nan her sıfata zâhidlik yapmasıdır. Bu tür zühd, insanın şehvet, öfke, kibir, baş olma, mal, mertebe ve benzerlerinden ibaret olan bü-tün isteklerini kapsar. Üçüncü derecedeki icmal, mal, mertebe ve sebeplerinde zühd göstermesidir; çünkü nefsin bütün lezzetleri bunlara dönüşür.

Dördüncü derecedeki icmal; ilim, kudret, dinar, dirhem ve mertebe hakkında zühd etmesidir; zira malların çeşitleri ne kadar çoğalırsa çoğalsın dinar, dirhem ve mertebe onları kapsar. Sebepleri ne kadar çoğalsa da ilim ve kudrete dönüşür! İlimden gaye; hedefi kalpleri elde etmek olan ilim ve kudrettir. Yukarıda geçtiği gibi mertebenin mânâsı; kalpleri elde etmek ve onlara hâkim olmak demektir. Nasıl malın mânâsı; maddeleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmekse... Eğer bu tafsilâtı daha genişletmek isterseniz, hakkında zühd yapılan şeylerin sayılamayacak kadar çok olduğu görülür. Oysa Allah Teâlâ, bir ayette onlardan yedi tanesini zikrederek şöyle buyurmuştur:

İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden gelen zevk-lere aşırı düşkünlük süslü gösterildi. Bunlar, sâdece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır.(Âlu İmran/14)

Sonra Allah Teâlâ, bunları başka bir ayette beşe düşürerek şöyle buyurmuştur:
Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır.(Hadîd/20)

Sonra başka bir yerde Allah Teâlâ, bu durumu ikiye düşürerek şöyle buyurmuştur:
Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden ibarettir. (Muhammed/36)

Sonra hepsini, başka bir ayette, bire düşürerek şöyle buyurmuştur:
Ama kim rabbinin divanından durup hesap vermekten korkmuş ve nefsi'ni kötü heveslerden menetmişse, onun barınağı da cennettir.(Nâziât/40-41)

Ayette bahsi geçen 'heva' terimi, nefsin dünyada ne kadar lezzetleri varsa hepsini kapsar. O halde, bütün bunlarda zühd yap-mak uygundur. İcmal ve tafsîlin yolunu anladığında bilirsin ki bunun bir kısmı diğerine muhalefet etmez. Ancak bazen tafsilât, bazen de icmal bakımından ayrılırlar.

Kısacası zühd, nefsin bütün istek ve lezzetlerinden yüz çevir-mektir. Kişi nefsin isteklerinden yüz çevirirse, dünyada kalmaktan da yüz çevirir. Dolayısıyla, dünyadaki emeli kısalır. Çünkü dünyada lezzetlenmek için kalmak ister. Kalmak isteğiyle de daimî bir lezzetlenmeyi irade eder. Çünkü bir şeyi isteyen onun devamını da ister. Hayatın sevgisi, mümkün ve mevcud olan bir şeyin devam etmesinin sevgisi demektir. Ne zaman, halktan yüz çevirirse, artık onu istemiyor demektir. Bunun için Allah Teâlâ onlara savaşı farz kıldığında 'Ey rabbimiz! Üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi, yakın bir zamana kadar erteleseydin?' dediler.
Onlara şöyle de: Dünyanın geçimi azdır.(Nisâ/77)

Yani siz dünya zevki için dünyada kalmayı istiyorsunuz. Madem ki durum budur, zâhidler ve münafıkların hali belli oldu. Allah Teâlâ'yı seven zâhidlere gelince, onlar birbirine geçirilmiş kubbe taşları gibi Allah yolunda savaştılar. İki güzelden (şehidlik ve gazilikten) birini beklediler. Onlar harbe davet edildiklerinde, cennet kokusunu koklar, susamış bir kimsenin soğuk suya hücum etmesi gibi ona hücum ederlerdi. Bunu da Allah'ın dinine yardım etmek veya şehidlik rütbesine nail olmak için yaparlardı. Onlardan yatağında ölenler, şehidlik elden gittiği için üzüntü çekerlerdi. Hatta Hâlid b. Velîd (r.a) yatağında ölüm sekeratına girdiği zaman şöyle demiştir:

Şehitlik "mertebesine nail olayını diye kaç defa canımı tehlikeye atıp düşman saflarına hücum ettim. Buna rağmen ko-cakarıların öldüğü gibi ölüyorum.

Hâlid b. Velîd vefat ettiği zaman, bedeninde sekiz yüz yara izi saydılar. İmanda sadık olanların halleri böyleydi. Allah onlardan razı olsun! Münâfıklar ise, ölümden korkarak savaştan kaçtılar. Onlara denildi ki:

De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra hem gizliyi, hem âşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz de O size neler yaptığınızı haber verecektir.
(Cum'a/8)

Bu bakımdan dünyada kalmayı şehidliğe tercih etmeleri, en hayırlıyı verip, en alçağı almak ve değiştirmek demektir. İşte hidayeti verip dalâleti satın alanlar onlardır. Onların ticaretleri kâr etmedi. Onlar hidayet yolunu da kaybettiler. Muhlislere gelince, Allah onlardan nefislerini ve mallarını, cennet karşılığı satın almıştır. Onlar yirmi veya otuz senelik lezzeti, ebedî bir lezzetle değiştirdiklerini gördüklerinde, yapmış oldukları alışverişten dolayı sevindiler. İşte bu da hakkında zühd edilen şeyin beyanıdır. Bunu bildiğinde, kelâmcıların 'Zühdün tarifi' hakkında söyledikleriyle ancak zühdün bazı kısımlarına işaret ettikleri anlaşılır. Bu bakımdan her biri, kendine veya muhatabına galebe çalan kısma değinmiştir.

Bişr el-Hafî 'Dünya hakkındaki zühd, insanlar hakkındaki zühddür!' demiştir.
Onun bu sözü, özellikle dünya mertebesi hakkındaki zühde işarettir.

Kasım el-Cûî98 dedi ki: 'Dünya hakkındaki zühd, işkembe hakkındaki zühddür, mideden ne kadarını elde edersen, zühdden de o kadarını elde etmiş olursun'.

Onun bu sözü, sadece bir husus hakkındaki zühde işarettir. Yemin ederim o tek şehvet, çoğu zaman şehvetlerin en galibidir ve şehvetleri en çok kabartan da odur.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Dünya hakkındaki zühd, kanaat demektir'.
Onun bu sözü sadece mala işarettir. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Zühd, emelin kısaltılmasıdır'. Bu tarif, şehvetlerin hep-sini toplamaktadır; zira şehvetlere meyleden bir kimse, nefsine daimî kalacağını fısıldıyor demektir. Dolayısıyle emeli uzar. Emeli kısalan bir kimse ise bütün şehvetlerden rağbetini kesmiştir.

Üveys b. Âmir el-Karanî şöyle demiştir: 'Zâhid çıkıp da birşey ararsa, zâhidlik vasfı kendisinden gider!'
O bu sözüyle, zühdün tarifini kasdetmemiştir. Fakat Allah'a tevekkül etmeyi, zühd hakkında şart koşmuştur.
Yine Üveys şöyle demiştir: 'Zühd, Allah tarafından va'dedilen tazminat için talebi terketmektir'.

Bu söz, rızka işarettir.
Hadîs alimleri dedi ki: 'Dünya, rey ve mâkul ile amel etmektir. Zühd ise ilme tâbi olmak ve Sünnet'e yapışmaktır'.

Hadîs alimlerinin bu sözünden 'fâsid rey', dünyada mertebeyi talep etmek için bazı sebeplere veya fuzûli şehvetlere işarettir; zira bir kısım ilimler vardır ki ahirette onun hiçbir faydası yoktur. Onu oldukça uzatmışlar. Hatta insanoğlunun hayatı onların biriyle meşgul olmakla sona ermiştir. Bu bakımdan zâhidliğin şartı, fuzulî olan şeyleri terketmektir.

Hasan Basrî şöyle demiştir: "Zâhid o kimsedir ki bir kimseyi gördüğünde 'Bu benden daha üstündür' der".

Bu sözüyle zühdün tevazudan ibaret olduğuna kail olmuştur. Buda mertebenin ve nefsi beğenmenin yokluğuna işarettir. Bu ise zühdün kısımlarındandır.
Bazıları da, 'Zühd, helâli talep etmektir' demiştir. Bu târif, 'Zühd, talebi terketmektir' diyenin târifine benzemez. Nitekim bu sözü Üveys söylemiştir... Şüphe yok ki Üveys bu sözüyle helâlin ta-lebini terketmeyi kasdetmiştir.

Yusuf b. Esbat derdi ki: 'Kim eziyete sabredip, şehvetleri terkeder ve helâlinden yerse o, zâhidliğin köküne yapışmıştır'.

Zâhidlik hakkında bizim naklettiğimizin ötesinde birçok fikirler vardır. Biz, onların naklinde hiçbir fayda görmüyoruz. Kim eşyanın hakîkatlerini keşfetmeyi halkın sözlerinden öğrenmek isterse, o kimse sözlerin değişik olduğunu görecektir ve o sözlerden şaşkınlıktan başka birşey eline geçmeyecektir. Fakat kendisine hakîkat keşfolunan ve onu kalbinden gelen bir müşahede ile idrâk eden ve kulaktan işitmeyen bir kimse ise hakka güvenmiş, basîretinin kusurundan ötürü hakkı târif etmekte kusur edenin kusurunu görmüş, ihtiyacının kısalığı için mârifetin kemâline rağmen ihtiyaç nisbetinde isteyenin kısa kesmesine de muttalî olmuştur.

Bütün bunlar 'basiretlerinde kusur vardır' diye değildir aksine onlar ihtiyaç anında söylediklerinden dolayı kısa kestiler ve şüphe yok ki onlar, ihtiyaç nisbetinde zikrettiler. İhtiyaçlar ise, değişiktir. Şüphesiz kelimeler de değişik olacaktır. Bazen de kısa kesmenin sebebi, kulun makamından haber vermek içindir. Haller ise değişiktir. Öyleyse, o halleri haber veren sözler de değişiktir. Aslında hak bir tanedir. Hakkın değişik olması düşünülemez. Bu sözlerden birleştirici ve kâmil olanı her ne kadar içinde tafsilât yoksa da Ebu Süleyman ed-Dârânî'nin söylediğidir; o şöyle demiştir: 'Zühd hakkında birçok konuşmalar dinledik. Oysa bizim nazarımızda zühd, Allah'tan uzaklaştıran herşeyi terketmektir'.

Başka bir defasında tafsilât vererek şöyle demiştir: 'Kim evlenirse, maişetini temin etmek için sefere çıkarsa veya hadîs ya-zarsa, o dünyaya meyletmiştir'.

Bu sözün ardından o bütün bunları zühde zıt görerek şu ayeti okumuştur:
Ancak Allah'a sağlam ve pak kalp getiren (fayda görür). (Şuarâ/89)

Sonra şöyle demiştir: 'O öyle bir kalptir ki orada Allah'tan başkası yoktur!'
Yine şöyle demiştir: 'Bu kalp sahipleri, kalpleri dünyanın üzüntülerinden boşalıp ahirete yöneldiği için zâhidlik ettiler'.

İşte buraya kadar saydıklarımız, kendisinden yüz çevrilen şeylerin çeşitlerine göre olan zühdün kısımlarının beyanıdır.

Onun hükümlerine göre kısımlarının beyanına gelince, İbrahim b. Edhem'in söylediği gibi zühd; farz, nafile ve selâmet kısımlarına bölünür. Bu bakımdan farz olan zühd; haram ve nafile olan zühd, helâl ve selâmet olan zühd ve şüpheliler hakkındaki zühddür. Biz 'Helâl ve Haram' bahsinde Takva dereceleri'nin tafsilâtını da zikretmiştik. O da zühddendir.

Mâlik b. Enes'e 'Zühd ne demektir?' diye sorulduğunda 'takvadır' cevabını verdi. Terkedilen şeylerin gizliliklerine göre zühdün bölünmesine gelince, bu hususta zühdün sonu yoktur; zira nefsin düşünce, mülâhaza ve diğer hallerde lezzetlendiği şeylerin de sonu yoktur. Özellikle de riyanın gizlilikleri... Çünkü buna ancak araştıran âlimler muttali olabilir. Ayrıca zâhirî mallarda da zühdün sonsuz dereceleri vardır.

Hz. İsa'nın zühdü onun en yüce derecelerindendir; zira uyuyacağı zaman bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona dedi ki:
- Sen dünyayı terketmemiş miydin? Şimdi sana ne oldu?
- Ne yaptım ki?
- Taşı yastık yaptın ya?
Bunun üzerine İsa (a.s) taşı atarak şöyle demiştir: 'Senin için bıraktığım dünya ile beraber bunu da al!'

Yahya b. Zekeriyya yumuşaklığından ve verdiği rahattan kaç-mak için bedeni delik deşik oluncaya kadar kıldan bir elbise giydi. Annesi onun yerine yünden yapılmış bir cübbe giymesini istedi. O da annesinin dediğini yaptı. Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Ey Yahya! Dünyayı bana tercih mi ettin?' Bu hitaba karşı ağladı ve yün cübbeyi çıkardı. Eski âdetine döndü.

Ahmed b. Hanbel der ki: 'Zühd, Üveys'in zühdüdür. Çıplaklıktan öyle bir raddeye geldi ki kamıştan yapılmış bir sepette oturarak avretini örterdi'.
Hz. İsa (a.s) bir kimsenin duvarının gölgesine oturdu. Duvar sahibi onu gölgeden kaldırınca şöyle dedi: 'Beni kaldıran sen değilsin! Ancak duvarın gölgesiyle rahatlamama razı olmayan beni kaldırmıştır'.

Madem ki durum budur, zâhidliğin zâhir ve bâtındaki derecelerinin haddi hesabı yoktur. Derecelerinin en küçüğü, her şüpheli ve mahzurlu şey hakkında zühd göstermektir.
Bir grup dedi ki: "Zühd, şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd değil, aksine helâl hakkındaki zühddür. Bu bakımdan şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd, hiçbir cihetle zühdün derecelerinden değildir'. Sonra bu grup, dünya mallarında helâlin

kalmadığını savunarak şu anda zühdün tasavvur olunamayacağını söylemiştir.
Soru: Sıhhatli bir zühd; yemek, içmek, giymek, halka karışmak ve halkla konuşmakla nasıl düşünülebilir? Oysa bütün bunlar insanı masiva ile meşgul etmektir.

Cevap: Dünyadan yüz çevirip Allah'a yönelmenin mânâsı; kalbin zikren ve fikren Allah'a yönelmesi demektir. Bu ise ancak yaşamakla beraber düşünülebilir. Yaşamak da ancak nefsin zarurî isteklerini karşılamakla olur. Bu bakımdan zararlı şeyleri bedenden uzaklaştırıp zorunlu miktarla iktifa ettiğin halde gayen de bedenden ibâdet hususunda istifade etmekse, 'Allah'tan gayrisiyle meşgul değilsin'; çünkü onun vasıtasıyla hedefe varılan bir şey de o hedeften sayılır.

Bu bakımdan hac yolunda devesinin yemi ve suyuyla meşgul olan bir kimse, hacdan yüz çevirmiş sayılmaz. Allah yolunda da bedenin, hac yolundaki deve gibi olmalıdır; zira o yolda deveye yedirmek ve içirmekteki gaye, deveyi lezzetlere kavuşturmak değildir. Aksine zararlı sebepleri deveden uzaklaştırmaktır ki deve seni maksat ve hedefine ulaştırsın! İşte bedenini de yok edici açlık ve susuzluktan yemek ve içmekle, hararet ve soğuktan dolayı giymekle ve meskenle korumaktaki maksadın da böyle olması gerekir. Bu bakımdan zarurî miktarla iktifa ederek yemekten, içmekten, giymekten ve meskenden lezzetlenmeyi değil, aksine Allah'a ibâdeti için gereken kuvvetin teminini kasdetmelisin. Bu ise zühde zıd değildir.

Belki zühdün şartıdır. Eğer 'Acıktığım anda yemekten lezzet almak zarurîdir' dersen, bil ki: Lezzetlenmeyi kasdetmezsen, bu tabiî olan lezzet sana zarar vermez; zira soğuk su içen bir kimse bazen bunu lezzetli görür. Bunun neticesi susuzluğun elemini gidermeye dönüşür. Kim ihtiyacını yerine getirirse, bazen onunla müsterih olur. Fakat bu istirahat, onun maksadı değildir. Bu bakımdan kalp buna yönelmez. İnsan bazen gece ibadetine kalkarken seher havasını teneffüs etmek ve kuşları dinlemekle lezzetlenir. Maksat gece ibadeti olduğundan, bu zevk ona zarar vermez. İstirahat için de bir yeri kasdetmedikçe, kendiliğinden gelen bu istirahatler ona zarar vermez. Bu mevzuda Allah'tan korkanların bir kısmı seher rüzgârlarının isabet etmediği bir yeri ibâdet için seçer. Bunu da kalbin meşgul olmaması ve ona ünsiyet vermesi korkusundan yapar. Bu bakımdan kalpte böyle bir ünsiyet meydana gelirse, dünyâya gönül vermiş olur. Dünyaya vermiş olduğu ünsiyet nisbetinde de Allahile olan yakınlığı azalır!

Dâvud-i Tâî'nin üstü açık bir kabı vardı. Kullandığı su onun içindeydi. Onu hiçbir zaman güneşin önünden kaldırmazdı. Sıcak su içer ve şöyle derdi: Kim soğuk suyun lezze-tine alışırsa, dünyadan ayrılmak kendisine güç gelir'.
İşte buraya kadar saydıklarımız ihtiyatlı kimselerin korku-larıdır. Bütün bunlarda ihtiyatlı davranmak en akıllıca harekettir; zira böyle bir davranışın her ne kadar zor ise de müddeti pek azdır. Ebediyyen nimetlenmek için az bir müddet (zahmet çekmek) marifet ehline hiç de ağır gelmez.

Öyle bir mârifet ehli ki şeriat siyasetiyle nefislerini yenmişler, dünya ve din arasındaki zıddiyetin tanınmasında yakînin kulpuna sarılmışlardır. Allah onlardan razı olsun!



96) Adı Hârûn b. Süleyman el-Kûfîdir.
97) Kût'ul-Kulûb
98) Adı Kasım b. Osman el-Cûî ed-Dimeşkî'dir. Bazılarına göre kendisini çokça aç bıraktığından dolayı bu lâkabı almıştır.