Haz ve Hız

Her şeyi ister ama hiçbir şeye gerçek anlamda sahip olamaz insan. Her şeyden etkilenir, ama hiçbir şeye gerçek anlamda sözü geçmez. Sonsuz bir hayatı arzular, ama kısacık bir hayatın ardından öleceğini bile bile yaşar. Bu haliyle belki de kâinattaki en kırılgan, en zavallı, en mutsuz, en elemli canlıdır.

Bu acınası hâl içinde yaşayan insanın önünde temelde üç seçenek vardır: Ya bu çaresizliği kabullenip depresyona girip hayata ‘pes’ edecektir; veya bu acıları hissetmemek için aklını uyutup sarhoş olacaktır; ya da son bir gayretle, âdeta can havliyle, tüm güzellikleri birden tutmaya, olabildiğince çok lezzet almaya çalışacaktır hayattan.

Hazzın hızla hayatlara girdiği yer de, işte bu son seçenektir. Hızla hazza kavuşmayı arzu eden insan, gördüğü, hoşlandığı her güzelliği birden yakalamaya çalışır. Elden kaçanın yerini hemen yeni biriyle doldurmaya gayret eder. Hatta elden kaçma ihtimali olanın yedeğini de öbür eliyle tutmak, sanki ardı ardına gelip geçen anlık pırıltılardan bir gündüz oluşturmak ister.

Fakat sonuçta elinde kalan, tek bir kelimedir: Hüsran! Çünkü bütün lezzetler geçici olduğu gibi, insanın kendisi de her an ölüme doğru gitmektedir. Ne kadar hızla davranırsa davransın, aynı hızla ölüme doğru yol aldığı gerçeğini değiştiremez. Her şeyin geçici, ölümün ise kaçınılmaz olduğunu aklından kovamaz.

Ancak eğer aklını başına alsa, yaratılışın derinden gelen sesini dinlerse, karşısında oynaşan bu lezzetlerin, geçici yansımalar olduğunu fark eder. Ve, bir reklâm filmi gibi önünde akıp giden bu güzel örneklerin, asıllarına, kaynaklarına ulaşmak ister. “Batıp gidenleri sevmem” diyen Peygamberin yolunda çözüme yaklaşanlar, bu dünyanın cennet olmadığını, olamayacağını, cennetin başka yerde olduğunu kavrayıp, “oraya” yönelirler.

Çekici alternatif bolluğu

Bu sorunlar (ve gerçekler) tüm zamanların insanlarının meselesidir. Ancak, hızlı yaşamak anlamındaki hız tutkusunun, içinde bulunduğumuz ahirzamanla ilgili özel bir boyutu olduğunu da atlamamak lâzım. Zamanımızda gerek nüfusun aşırı artışı, gerek yeni yeni icat ve ürünlerin boy göstermesi, gerekse de iletişim araçlarının çoğalması, insanların çok daha fazla sayıda çekici alternatiflerle karşılaşmasına yol açıyor. Bu da belli objelere yoğunlaşarak, ihtiyaçlarını onlarla karşılamak yerine, çeşit çeşit cazip seçenekler arasında daldan dala atlayıp kaybolmak, dağılmak gibi bir sonucu veriyor.

Eski devirlerde insan, küçük bir mahalle bakkalında sakin sakin alışveriş yaparlarken, günümüz insanı devasa bir markette reyondan reyona aceleyle koşturan biri. Eline aldığı her ürünün, bir raf ötede daha ilgincini bulması mümkün. Marketin öbür ucunda da indirimle satılan bir ürün az sonra bitmek üzere olabilir. Aradığı mallardan biri de önünden geçtiği rafın fark etmediği tarafındadır belki. O yüzden gözlerini dört açmak, zamana karşı yarışmak, her yere yetişmek, tüm alternatifleri incelemek zorunda. Üstelik market de az sonra kapanacak.

Bu örnekten, yaşanan durumun nasıl sersemce, çılgınca bir koşturmaca olduğu anlaşılıyor. Aslında bu market örneği, bu zamanın sosyal hayatını da aynen yansıtıyor. “Bilgisayar mühendisi mi olsam, gazeteci mi, müzisyen mi, yoksa hepsi mi?” “Ayşe’yle mi evlensem, Buket’le mi, yoksa Nazlı’yla mı?” “İyi bir eş olsam ama aynı zamanda sosyal hayattan, dışarıdaki dünyanın ışıltısından da hiç geri kalmasam?” “Kalbim huzurla, sükûnetle dolu olsa, ama aynı zamanda şeytansı hazların da tadına bakabilsem?”

Üstelik bu hızlı koşturmaca ve tüketim içinde, hiçbir şeye yeterince vakit ayırmak, yoğunlaşmak mümkün olmadığı için, elde edilenlerin gerçek tadını almak da imkânsız oluyor. Tat almak için yapılan şey, ilk anki tadı vermez olunca, çözüm olarak hız arttırılıyor, doz yükseltiliyor, farklı çeşitler devreye giriyor. Bu da doyumsuzluğu arttırıyor tabii. Tam bir fasit daire!

Oysa iktisat ve kanaat üzerine yaşayan atalarımız, ellerinde olanla yetinmeyi ve ona yoğunlaşmayı becerdikleri için, kuru bir parça ekmekten, şimdikilerin bir kilo baklavadan aldığından daha fazla lezzet alırlardı. Gerçekten yoğunlaşarak okudukları bir kitap, onların hayatlarını yüz seksen derece değiştirebilirdi mesela. Oysa internette gördüğü her yazıyı okuyup, her e-kitabı download eden bizler, yerimizde sayıyoruz. Ve yanındaki sevdiğini her gördüğü ‘daha güzel’ ile değiştiren gençler, gerçek aşkın tadına varamıyor tabii ki!

Haz ve depresyon

Psikiyatride ‘manik-depresif hastalık’ adı verilen bir rahatsızlık vardır. Belli bir dönem, kendisini çaresiz, bitkin, yetersiz hisseden ve depresyon yaşayan kişi, bir de bakmışsınız ki tam tersine çok neşeli, yerinde duramayan, çok konuşan, sürekli para harcayan biri olmuş çıkmış. Ve ilk anda birbirinin zıddı gibi görünen bu iki tablo, aslında kardeştirler.

Şöyle ki: Kişi kendini aciz, yetersiz hissettiği an, eğer gücü tükenmişse depresif bir teslim olma dönemi yaşarken, eğer az-çok gücü varsa, yaşadığını ispat etmek istercesine abartılı bir koşturmacadan ibaret olan manik evreye geçer. Tabii, enerjisi tükendiğinde yine depresif evreye düşer. Ve bu böyle sürer gider.

Dolayısıyla psikolojik açıdan, parmağını bile kaldıracak gücü bulamayan bir depresif ile zıp zıp zıplayan bir manik arasında fazla bir fark yoktur aslında. Oysa manik hastaya dışarıdan bakan biri, ilk anda “Ne kadar neşeli, hoş sohbet bir insan. Hayatı doya doya yaşıyor. Çok mutlu galiba.” diye değerlendirebilir. Durum hiç de öyle değildir aslında. Sürekli oradan oraya yetişme gayreti, hiçbir şeyi kaçırmadan yaşama arzusudur; umutsuz bir çırpınıştan ibarettir sadece ve özü itibariyle (gizli) bir depresyon belirtisidir. Tek farkı şu ki, bu depresyon, depresyonda olmadığını, çok mutlu olduğunu ispat etmeye çalışan bir depresyondur. Hız ve haz tutkunlarının, özdeki depresyonu saklamaya çalışan birer depresif olduğu sonucuna varabiliriz yani.

Hazla gelen hüsrana Batı’nın bulduğu çözüm: Budizm

Dünyanın lezzetleri kısmete bağlıdır. Sürekli lezzet arayan adam sürekli sıkıntıda demektir. Taşıma suyla değirmen döndürmek zor iştir zira. Hele su da kısıtlıysa. Ve tüm lezzetler, hızla elden çıkan giden bir yapıda olduğu için, aklı başında olan kişi onları kalbine alıp kıymet vermez. Zaten idama mahkûm olan biri, idam sehpasının süslenmesinden veya zindanda eğlence düzenlenmesinden zevk ve lezzet alabilir mi ki?

Ve dünyanın sonunu, (inançsızlığı yüzünden) “mutlak yokluk” zanneden adam için bile, lezzetleri terk etmek en doğrusudur aslında. Çünkü o lezzetlerin elden çıkmasıyla alınan acılar, kişiye, “her şeyin sonu” olduğunu ve onu bekleyen mutlak yokluğu hatırlatır. Mutlak yokluğun elemi, şimdiki ana dolar. Ve şimdiki andaki hiçbir lezzet de, bu elemi ortadan kaldıramaz.

Yani, insan sadece hazzı hedef alan hızlı bir yaşantıyla, mutlu olamayacağı gibi, tersine çok daha mutsuz olur. Zira her hazzın bitişi elemdir, hüzündür. Hatta bazen bir saatlik haz, bitmesi ve gitmesi ile günlerce arkasından ağlatır. Dünya öylelere “bir üzüm tanesi yedirir, yüz tokat vurur” yani.

İşte son zamanlarda Batı’da giderek yaygınlaşan Budist yaklaşımın özü, bu mantıkta gizlidir: “Madem her şey elimizden çıkacak, kaybolacak, onları tutmaya çalışmak, boşa bir gayret. Hatta daha bile acı verici. Öyleyse zevkleri tümden terk edelim; hiç olmazsa acı çekmeyiz.”

Aslı ve kökü, Hz. İbrahim’in hak dinine dayanan, ama zamanla bozulmuş ve yine de hakikatten pırıltılar içeren Budist felsefenin, bu zamanda bu denli makbul oluşu bu gerçekten kaynaklanıyor. Üzüntüye düşmemenin yolu, hazlardan elini çekmekte bulunuyor. Kuşkusuz bu yaklaşım, insanın hayatın anlamını bulmasını ve sonsuz âlemdeki kurtuluşunu sağlamaz, ama bugünün insanı, hak dine yüzünü döndürmekte inat ettiği için, bu tip ara duraklarda soluklanmaya çalışıyor işte.

Mümin için ise, böyle sahte ve sulandırılmış çözümlere ihtiyaç yok. Çünkü o zaten insanın yeryüzüne inişinden bu yana çağları aydınlatan hakiki bir maneviyat ikliminin mirasçısıdır, ahirzamanın tüm zorlayıcılığına karşın.

Bunun için de, her türlü hazzı yaşamak isteyen o azgın nefse karşı, sabırla, helal yoldan elde edilen hazlara kanaat etmektedir.

Zaten insanın ruhunda “haz alma” için konulan cihazlar, maddi ve geçici hazlarla doyurulmaz (daha doğrusu köreltilmez) ise, o alıcılar manevi âlemde kendilerine bir çıkış yolu bulurlar. Ondandır ki “az haz” prensibi ile yola çıkan maneviyat büyükleri, hazcıların aklının alamayacağı manevi zevklere ulaşırlar. Hem de geçici olmayan, ahireti berbat etmeyen daimi ve yüksek hazlara.

Eski velilerden biri demiş: “İnsanlar bizdeki hazineleri bilselerdi, onu alabilmek için ordularla üstümüze gelirlerdi.”

Bundan sonrası anlatılmaz, ancak yaşanır.


Dr. Yusuf Karaçay
Zafer Dergisi

Konular