MESNEVÎDEN SEÇMELER(MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RûMİ)

Arkadaşlar ben de katkım olsun diye mesneviden birkaç hikayecik aktarmaya çalışacağım.Mesnevideki hikayeler; insanların manevi ve ahlaki yönden eksiklerini giderici özellikte,uyarıcı ve ibret verici öykülerdir.
İnsanın benlikten geçmesi,olgunluğa ermesi ve dünyanın geçiciliğinin idraki,gönül kırmamayı,iyliği sevgiyi içine sindirmesi,öykülerin ana temesını teşkil etmektedir.
Akılcı bir uslupla kaleme alınmış bu hikayelerden bir demetini,Mevlana'nın çağları aşan fikirlerinin gönüllerde bırakacağı kutlu etkiyi de düşünerek sizler içinderledik.Bu eserde Mevlananın en ayıpladığı şey sapkınlık,haset,yani çekememezliktir.Bu konuları sayısız hikaye ve olayla anlatır.Bütün bu ruhi hastalıklardan kurtuluş çaresi olarakta "ilahi aşk'ı gösterir.Hazret-i Mevlana aşka "ey bizim derdimizin devası aşk"diye seslenir.
Karanfil yayınları tarafından hazırlanmıştır,hazırlayan ismail DERVİŞOĞLUDUR
Elimden geldiği kadar sırası ile bu hikayecikleri sizlere aktaracağım inşallah faydalı olur ümidi ile birinci hikayeciği yazıyorum.
BAKKAL İLE BAŞI KEL PAPAĞAN

Bir zamanlar bakkallık yapan bir adam vardı.Bu bakkalın güzel sesli,yeşil renkli,yerinde söz söyleyen birde papağanı vardı.Papağan dükkân da bekçilik yapar,dükkândan bir şeyler satın almak için gelenlere nükteler yapar;onlarla şakalaşırdı.İnsanlar bir şey sorunca,onlara insan gibi cevaplar verir,söyleşirdi.Papağanlara has güzel bir ötüşü vardı.
Dükkânın sahibi bir gün evine gitmişti.Papağanı dükkânı korusun,kollasın diye de uyarmıştı.Bir ara kedinin biri,kovaladığı bir fareyi yakalamak için ansızın dükkâna girdi.Bu gürültü esnasında korkan papağan can korkusundan yerinden fırlayıp,dükkânın bir köşesine kaçtı;orada gül yağı şişelerini devirdi.Gül yağı şişeleri devrilince kırıldı ve şişedeki yağlar etrafa döküldü.
Dükkân sahibi evden geldi ve büyük bir rahatlık içinde yerine oturdu.Birde ne görsün dükkân yağ içinde .Küçük bir araştırma sonucunda üstü başı yağ içine bulanmış papağanın bu işin başı olduğunu anladı.Bu hale çok sinirlenen dükkân sahibi,hayvanın başını vurup tüylerini döktü.Papağanın başı kel oldu.
Başı kel olan papağanın dili tutulmuş,konuşamaz olmuştu artık.Bakkalın öfkesi dinmişti ama iş işten de geçmişti.Ne kadar üzülse yerinse papağan eski neşeli haline dönmedi.Neler yapmadı ki papağanın eski ve neşeli haline dönmesi için.Yoksullara sadakalar verdi; doktorlara baş vurdu ilaçlar yaptırdı fakat boşuna zavallı papağan hem dilsizdi hem de kel.
Bakkal üç gün üç gecedir dükkânında üzgün,şaşkın,ağlamaklı oturuyordu.”Keşke elim kırılsaydı da o tatlı dilli papağanın başına vurmasaydım” diye düşünüyordu.”Acaba bu kuş ne zaman tekrar konuşmaya başlayacak” diye içinden geçirerek yıkık ve kederli bir halde zaman geçiriyordu.
Bazen papağan tekrar söze başlasın diye ona çeşitli hareketler yapıyor;garip sözler söylüyordu.
Sonunda artık pes etti;papağanı kendi halinde bıraktı ,işlerine bakmaya başladı.
Aradan uzun bir zaman geçti,bir gün dükkânının önünden başı tas gibi çıplak,kelbi adam geçiyordu.Papağan bu dibinden traş edilmiş adamı görünce heyecanlandı.
-Hey arkadaş! Diye kel adama seslendi.Senin başın ne diye kel?Yoksa sende benim gibi gülyağı şişelerini mi kırdın? Diye sordu.
Papağanın kel adamı kendi gibi zannetmesinden dolayı halk gülmeye başladı,papağanda eylendi.



[color=red]Hazret-i Mevlana diyor ki[/color]:Farsça da “şir” kelimesi hem aslan, hem süt anlamına gelir.Yazıda aynı şekilde yazılsa da anlamı ayrıdır.Onun için kendinizi herkesle kıyas etmeyin.Özellikle Allah’ın kulları arsında seçkin,temiz,yüksek ruhlu insanlarla bir tutmayın.

7 yorum

ÂŞIK VE SEVGİLİSİ

[color=blue]ÂŞIK VE SEVGİLİSİ
Âşk ateşiyle yanmış yakılmış birini sevgilisi yanına çağırdı,karşısına oturttu.Âşık sevgilisine daha önce yazdığı bir mektubu çıkardı, okumaya başladı.Neler yoktu ki bu mektupta: övgüler feryatlar,sızlanışlar, şikayetler,yanışlar yakarışlar.
Bu eski mektubun okunması da neyin nesiydi?Sevgilisi şaşırmıştı.Hayretle:
-Ey güzel edalı sevgili!Bu yazdıkların benim içinse bir birimize kavuştuk zaten.Niçin bunları okuyup değerli zamanımızı harcıyorsun.Şu anda senin yanındayım, karşındayım; sen ise mektup okuyorsun, bu Âşıklık belirtisi değildir.
Âşık:
-Evet sen benim yanımdasın, karşımdasın, ama ben istediğim zevki, dilediğim gibi sende bulamıyorum ki.Şimdi sana kavuştum, senin yanındayım, ama seni bulamıyorum.Önceki yıl sende gördüğüm hali,tatlılığı güzelliği göremiyorum.Sanki senin yanında senin özlemini çekiyorum.Ben önceki yıl senin güzelliğinin çeşmesi den tertemiz tatlı bir su içmiştim.Gözümü gönlümü o su ile tazelemiştim.Şimdi o çeşmeyi görüyorum ama su yok.
Sevgili:
-Öyle ise ben senin sevgilin deyilim, sen ve ben başka şehirlerdeniz.Sen bana değil;benim Âşkımdan doğan hale Âşıksın.Senin aradığın ben deyilim.[/color]

[color=darkred][size=18px]Hazret-i Mevlana dior ki:
Gerçek sevgili;tek olan, benzeri olmayan sevgilidir.Gerçek Âşık hâllerin hâkimidir.O, halde kapılıp kalmaz,hâle mahkum olmaz.[/size][/color]

01.12.2007 - sancar

mesneviden seçmeler

[size=24px][color=green]SAĞIR BİR ADAMIN HASTA KOMŞUSUNU ZİYARETİ
Anlayışlı,hal hatır ve yol yordam bilen birisi bir sağıra:
-Arkadaş!Biliyor musun?Komşun hastalanmış der.
Sağır:
-Ya öylemi?Allah şifalar versin.Ziyarette bulunmak lazım,dedikten sonra,kendi kendine şöyle söylenir:
-Evet ama bu sağır kulakla,hastanın ne dediğini nasıl anlarım ben.İnsan hasta olunca sesi de hafif çıkar bu durumda onun söylediklerini hiç anlayamam.Ama komşum olduğu için mutlaka gitmeliyim.Onun dudaklarının kımıldadığını görünce ne dediğini kıyasla anlarım.Önce “nasılsın?” derim, oda “iyiyim” diyecektir.Ben “Allah’a şükür” derim.Sonra “ne yemek yedin?” derim.Oda herhalde “Mercimek çorbası yedim” der.Ben de afiyet olsun derim.Sonra “doktorlardan kim geliyor?” Diye sorarım.O da filan geliyor der.bende “çok iyi çok iyi o doktorun ayağı çok uğurludur” derim.
O saf ve sağır adam, bu düşüncelerle hastanın yanına gider.Şifalar diledikten sonra.
-Nasılsın? Diye sorar.
Hasta:
-Çok fenayım ölüyorum cevabını verir.
Sağır:
-Allah’a şükürler olsun der.
Hasta Allah Allah, bu nasıl şükür.Demek ki komşumuz ölmemizi istiyor. Diye düşünür.
Sağır adam :
-Ne yediniz? diye sorar.
Hasta.
-Zehir, zakkum der.
Sağır adam:
-Afiyetler olsun efendim, deyince hastanın kederi büsbütün artar.
Bundan sonra sağır adam.
-Doktorlardan kim sana geliyor? Diye sorunca hasta:
-Azrail geliyor ama sende buradan defol git, der.
Sağır:
-Efendim onun ayağı çok uğurludur.O geldiği için sevinin, der.
Sağır iyi bir hasta ziyareti yaptığından memnun, evden çıkar.Kendi kendine:
-Allah’a şükür.Böyle rahatsız bir zaman da komşumun halini hatrını sordum,gönlünü aldım, diye düşünüyordu.[/color][/size]


[size=18px][color=darkred]Hazret-i Mevlana diyor ki:
Hikâyede geçen sağır adam iyilik ettim sanıyor ama iş tersine idi.O bir hastayı ziyaret ettim, komşu hakkını yerine getirdim, diyor ama farkına varmadan gönül kırmıştı.
Sağır adam yaptığı yanlış yol yürütme yüzünden on yıllık komşu hakkını,ahbaplığını yok etti gitti.Senin şu görünen baş kulağın sözleri anlasa da bilki bilinmeyeni, gizli şeyleri duyan gönül kulağın sağırdır.[/color][/size]

23.11.2007 - sancar

MESNEVÎDEN SEÇMELER(MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RûMİ)

[color=darkblue]KURT İLE TİLKİ ARSLANLA BERABER AVA GİDERSE
Arslan, kurt ve tilki arkadaş olmuşlar, beraber avlanmak için ormana gitmişlerdi.Ormanda bütün yolları kesmek, iştah kabartan avları yakalamak, için bundan daha iyi bir birliktelik olamazdı herhalde.Gerçi aslan şanına yakıştıramıyordu kurt ve tilkiyle ava gitmeyi ama yinede onlara ikram olsun diye kabul etmişti birlikte avlanmayı.
Geniş ormanda yüzlerce çeşit av olabilirdi.Koyun,keçi,ceylan…..Düşündükleri zaman ağızlarının suyu akıyordu.
Arslanın peşine takılıp yola düzüldüler.İşleri yerinde gitti ve güzel avlar yakaladılar.İlk günün kârı bir dağ sığırı, bir keçi birde semiz tavşan oldu.Avları ölü ve yaralı olarak kanlar içinde sürükleye sürükleye dağdan ormana getirdiler.
Kur ve tilki doymazlık içindeydi,ağızlarının suyu akıyordu.Ormanlar kıralı arslanın,avları adaletle pay etmesini bekliyorlardı.
Kurt ve tilkinin bu hali arslanı endişelendirdi.Onların açgözlülüğünün arkasındaki kurnazlığı sezdi.Arslan kendi kendine:
-Ey açgözlü dilenciler!Ben size hak ettiğinizi vereceğim dedi.Sonra kurta dönerek:
E azizim!Sen tecrübelisin bu avları aramızda paylaştır da karnımızı doyuralım.
Kurt ezile büzüle:
-Padişahım yaban öküzü senin payın olsun,oda büyük sende büyüksün.Şu orta boydaki keçide benim olsun.Tilki sende şu tavşanı al,tamsenin çüssene göre.
Arslan bu küstahlığa kızarak:
-Ey kurt!sen nasıl böyle konuşursun.Benim yanımda ben ve sen nasıl diye bilirsin?Birdaha söyle bakayım,sen kim oluyorsun ki benim gibi bir ormanlar padişahının yanında kendini bir varlık görüyorsun.Hele beri gel bakayım, kurta bir pençe attı ve onu parçaladı..Arslan kurtta akıl olmadığını, doğru bir karara varamadığını görünce derisini yüzdü.
Bunu gören tilki tir tir titriyordu.Arslan tilkiye dönerek:
-Hadi bakalım bunları yemek için birde sen pay et, dedi
Tilki başına gelecekleri anlıyordu.Saygılı bir eda içinde,arslanın üstünlüklerini sayarak:
-Efendim, şu semiz öküz sizin kuşluk yemeğiniz,olsun.Şu keçidende zatıalinize güzel bir öğle yemeği olur.Tavşan ise lutuf ve kerem sahibi padişahımız için akşamleyin bir çerez olur.
Arslan bu paylaştırmadan memnun olarak:
-Ey tilki! Böyle güzel pay etmeyi nerden öğrendin sen.
Tilki boynu bükük bir şekilde yerde cansız şakilde yatan kurdu göstererek:
-Efendim nerden olacak.Şu yerde yatan haddini bilmez kurdun halinden.Bunun üzerine arslan tilkiye dönerek:-Mademki sen bize boyun eğdin, al avların üçüde senin olsun, dedi.[/color][size=18px][color=darkred]Hazret-i Mevlânâ diyor ki:
Akıllı o kişidir ki dostlarının kaçınılmaz belalara düşüp ölüşlerinden ibret alır. [/color][/size]

22.11.2007 - sancar

MESNEVÎDEN SEÇMELER(MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RûMİ)

[size=18px][color=darkblue]TACİR İLE PAPAĞAN
Zengin bir tâcir evinde güzel sesli, şen şakrak bir papağan beslemektedir. Tacir, bir gün ticaret yapmak için Hindistan’a gitmek üzere hazırlıklara başlar,bir taraftan da herzamanki cömertlişğiyle evdekilere;
-Hadi çabuk söyleyin bakayım.Hindistan’dan size ne getireyim, diye sorar.
Evdekilerden her biri bişeyler söyler.Tacir hepsinin isteklerini yerine getireceğine söz verir.Sıra evin bir köşesinde neşeli bir şekilde ötüp durmakta olan papağana gelince tacir ona da:
-Ee!söyle bakalım,sen ne istersin Hindistan dan,der.
Papağan boynu bükük bir halde:
-Hindistana giderseniz,ordaki papağanları görünce benim halimi onlara anlat.Onlara Şöyle söyle:Sizi çok özleyen papağan kardeşiniz,Allahın taktiriyle bizim evimizde kafeste yaşamaktadır,size selam söyledi..Bir çare bir kurtuluş yolu varmıdır,diye size sormamı istedi Benim gurbet ellerde,özlemler içinde,sizden ayrı düşmenin acıları içinde çırpınıp durmam doğrumudur?Ben burada demir kafes içinde hapis gibi yaşayayım;her şeyden uzak bir hayatı süreyim; siz güzel yeşil ormanlarda gezesiniz,ağaçtan ağaca konarak neşe ile ötüşesiniz.Bu duyarsızlık size yakışır mı?Dostların vefası böyle mi olur?
Tacir:
-Pekala bütün söylediklerini Hindistandaki papağanlara söyleyeceğim diyerek yola çıkar.
Hindistana vardığında orada dallarda ötüşen,gülbahçelerinde gezip oynayan papağanlara raslar.Atını durdurarak onlara seslenir;evinde kafeste olan papağanın selamını iletir.Onun söylemesini istediği sözleri onlara söyler.
Taciri dinleyen papağanlardan biri,bu sözleri duyunca titreyip düşer,nefesi kesilir ve ölür.
Tacir bu duruma üzülür.Bu sözleri söylediğine pişman olur.”Bir canlının ölümüne sebep oldum, günaha girdim” der.”Bu papağanın belkide bizim papağanla bi akrabalığı vardı” diye düşünür.
Tacir alış verişini tamamlar ve arzularına ulaşmış bir halde memleketine döner.evdekilerin hepsine birer armağan getirir, herkesi sevindirir.
Hekesin armağanını aldığını gören papağan köşesinden seslenir:
-Bu kulunun armağanı nerede?Gördüklerini duyduklarını bana anlat der.
Tacir:
-Bırak Allah aşkına, der söylediğime ve söyliyeceğime bin pişman oldum.Okadar pişman oldum ki, Hindistan dan buraya kadar ellerimi, parmaklarımı ısırdım.ben bilgisizliğim akılsızlığım yüzünden böyle acı bir haberi onlara götürdüm.Kötü oldu.
Papağan heyecanla:
-efendim neden pişman oluyorsun bu üzüntünün sebebi nedir?
Tacir bu ısrara dayanamaz:
Ne olacak senin sözlerin ve şikayetlerini sana benzeyen papağanlara söyledim.İçlerinden biri dayanamadı, senin şikayetlerinden çok üzüldü,titredi ve öldü.Söylediğime bin pişman oldum ama,ne edeyim ki, söyledim son pişmanlık neye yarar.?
Bunu duyan tacirin papağanı da titreyerek düşer, katı kesilir.
Tacir, güzel sesli papağanın düşüp öldüğünü görünce yerinden fırlar, üzüntüsünden külahını başından çıkarıp yere vurur.Papağanın bu perişan haline dayanamaz,gömleğinin yenini yakasını yırtar,söylenir.
-Ey güzel papağanım, ey benim hoş sesli kuşum!Sana ne oldu?Neden bu hale geldin?
Vah, yazık! Diye inler.
Çok üzülen tacir papağanı kafesten dışarı çıkarır.Papağanı serbest bırakmasıyla, hayvan birden bire canlanır ve yüksek bir dala konar.Tacir bu durumu hayretler içinde izler,başını yukarı kaldırarak:
-Ey bülbül gibi güzel sesli olan papağan! Der.Bu nasıl şey anlayamadım.Bana anlatır mısın? O Hindistan da ki papağanın durumu sana ne anlattı ki bize böyle bir hile yaptın?Canımızı yaktın.
Papağan şen şakrak cevap verir:
-Hindistan!daki papağan o hariketiyle bana bir ders verdi.Güzel söz söylemeyi, neşeli görünmeyi bırak dedi.Çünkü senin güzel sesin, güzel söz söylemen dolayısıyla seni kafese hapsetmişler, kendini ölü göster kurtul demek istedi.

Papağan tacire :
-Allah!a ısmarladık ey efendim,ben esirlikten kurtuldum.Asıl geldiğim yere vatanıma dönüyorum.
Tacir de papağana dönerek:
-Haydi git Allah’a emanet ol.Sen de bana bir öğüt vermiş oldun.
Papağan efendisinin dediklerini dinledikten sonra daldan dala sıçrayarak uzaklaşır.[/color][/size]

[color=darkred]Hazret-i Mevlana diyor ki:
Gösterişten uzak dur,kendini gizle.Kim güzelliğini pazara çıkarırsa,şöhret peşinde koşarsa,başına yüzlerce bela gelir.Düşmanların kıskançlıkla seni yaralar; dostlar ise ihtiyaçları yüzünden başını ağrıtır durur[/color].

21.11.2007 - sancar

“Bir 13. yy. Mutasavvıf ve Sûfisi olarak Mevlânâ C

[color=darkblue]Yaşadığı dönemde büyük ilgiye mazhar olan bununla da kalmayıp mesajını günümüze kadar ulaştırma bahtiyarlığına eren nadir şahsiyetlerden birisidir Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî. Onun hakkında sağlıklı bilgiye sahip olmak sadece onun eserlerini okumakla mümkün değildir. Yapılacak şey, dönemin siyâsî, sosyal, ekonomik ve kültürel yapısını çok iyi kavramak olmalıdır. Söz konusu şahsiyet Mevlânâ gibi büyük bir mutasavvıf olunca yaşadığı çağın, çevrenin tasavvufi yapısını bilmek de büyük önem arz etmektedir. O halde Mevlânâ’yı doğru anlama ve anlatmanın yolu şu üç güzergâhtan geçer:
1. Bütün siyasî, sosyo-ekonomik ve psikolojik çevreleriyle içinde yaşadığı sosyal çevre.
2. Bununla bağlantılı olarak fikri ve tasavvufi birleşmeyi oluşturan kültürel ve mistik çevre ve akımlar.
3. Bu ikisinin ışığında öğretisinin ve mesajının tam bir analizi.
Mevlânâ’nın doğum yeri ve soyu hakkında kısaca bilgi verdikten sonra bu üçlü yapı içerisinde incelememizi yapabiliriz.
A. Doğum yeri ve soyu
Mevlânâ 30 Eylül 1207’de Belh şehrinde doğmuştur. Onun Rûmî diye şöhret kazanmasının sebebi, uzun müddet Konya’da oturması ömrünün büyük kısmında orada bulunmasıdır. Nitekim kendini daima Horasan halkından saymaktadır. Kendi yurdunun ahalisini sevmekte, oraları anmaktan kendini alamamaktadır.
Şimdi giriş bölümünde değindiğimiz üçlü yapıyı açıklamaya başlayabiliriz.
1. Mevlânâ, Anadolu Selçuklularının en huzursuz, en karışık bir asrı olan 13. yüzyılda yaşadı. Mevlânâ, 1273 Aralık’ında vefat edinceye kadar, bu dönemin bütün sıkıntılarını bizzat yaşamış, gerek yönetim çevrelerinde, gerekse günlük hayattaki bütün etkilerini bizzat müsahede etmiştir. Elbette ki bunlar onun iç dünyasını derinden tesir altına almış, her gün birlikte yaşadığı, sokakta, çarşıda, pazarda gördüğü insanların elem ve kederlerini, sevinç ve ıstıraplarını yakından tanımıştır. Bunlar Mevlânâ’daki engin mistik yapıyı oluşturan faktörlerin başında, yaratılıştan ve ailesinden gelen bir taraf bulunduğu kadar, o devir insanlarının yaşadığı buhranların da rolü büyüktür. Onun için ayrım yapmadan o devir Anadolu’sundaki bütün çilekeş insanlara bir ışık sunmak istemiştir.
2. Mevlânâ’nın tasavvufi şahsiyeti ve fikirlerinin kendinden önceki ve kendi zamanındaki tasavvuf akımlarının etkilerinden bağımsız düşünülmemesi gerekir. Mevlânâ farklı tasavvuf telakkilerini uyumlu bir biçimde yepyeni bir sistemle bağdaştıran bir mutasavvıftır. Onun mutasavvıflığı başlıca şu üç temel unsurdan oluşuyordu:
1. Necmüddîn-i Kübrâ ( 1221 )’nin insanı esas alan, sünni esaslara dayalı ve kısmen zühdî nitelikli tasavvuf mektebi,
2. Muhyiddîn-i Arabî ( 1241 )’nin mükemmel bir metafizik ve mistik sistem halinde tasavvuf dünyasına sunduğu Vahdet-i Vücud mektebi,
3. 3. Kaynağını Horasan Melâmetiyesinden alan, coşkun bir ilahi aşk ve cezbeye dayalı, zühdü ihmal eden Kalenderî tasavvuf.
Bu üç unsurdan birincisi ve üçüncüsünün insanı temel alan ve ilahi aşkı amaçlayan, bu sebeple estetik bir niteliğe bürünen karakterine karşılık, ikincisi varlığı esas almakta, bu yüzden de ahlakçı bir yapı sergilemekteydi. Birinci ve üçüncü geniş çapta İslâm öncesi İran’ının mistik yapısının İslâmî unsurlarla terkibinden oluştuğu halde, ikincisi, Yeni-eflatuncu etkileri Magrib İslâmi ile yoğuran bir tasavvuf sistemidir.
Mevlânâ birinci unsura, babası Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddîn Veled ve onun halifesi Seyyid Burhaneddîn-i Muhakkık-ı Tırmızî ( 1244 ) vasıtasıyla mirasçı olmuştur. Şems-i Tebrîzî ‘ de coşkun ırmağın önündeki seddi yıkmış ve ona kendi kalenderâne tasavvuf telakkisini eklemiştir.Bu noktada Melâmiligi ele almalıyız.
Mevlânâ, babası ve Seyyid Burhaneddin vasıtasıyla Horasan erenlerindendir, yani Melâmetilerdendir. Melâmet yolunda, fazlaca ibadet, nefse eziyet, zikir, hatta hususi giyim ve toplantı yeri, yani tekke gibi şeyler yoktur. Bu yolu benimseyenler, sufîleri halktan ayıran bu çesit şeyleri reddederler. Onların yollarının temeli aşk ve cezbedir. Melâmet yolunda şeyh ve derviş yoktur, sevilen ve seven vardır. Yol eri, kendisine yol gösterene temiz bir sevgiyle bağlanacak, bu sevginin sonucunda, cezbeye (extase) ulaşacak ve varlık birliğini, duyarak, görerek ve olarak bulacaktır. Yol eriyle onu götüren arasındaki bu sevgi, o kadar sıkıdır ki bazı kere kişinin hangisi, öbüründen daha üstündür ve bunlardan kim öbürüne bağlıdır, bu bile ayırt edilemez. Melâmeti-Kalenderi sûfî mektebinin temel özelliği, Tanrı’nın azabından emin olma ve Cehennem’den kurtularak Cennet’e girme ümidine dayalı zühdî tasavvufu reddetmesidir. O bunun yerine, insan oğlunu eşref-i mahlukat ( yaratılmışların en şereflisi ) olarak yaratan Tanrı’ya aşk ve cezbe ile bağlanmak ve onun sevgisinin dışında her şeyi terk etmek suretiyle ilahi vuslata erme amacını koyar; nefsi ve arzularını, dünyayı kınayarak mistik mutluluğa erişeceğine inanir. Mevlânâ Vahdeti Vucud’çu rengini de Muhyiddîn-i Arabî’ye borçludur. İslâm dünyasının büyük ve sistematik mutasavvıfı, tasavvuf tarihinin akışını değiştiren bu sistemiyle Mevlânâ’yı derinden etkilemiştir. Vahdet-i Vücud şu şekilde açıklanabilir:
Bu inanca göre yaratıcı kudret, yani Tanrı, mutlak varlıktır; hiçbir sıfatla, hiçbir isimle, hiçbir kayıtla kayıtlanamaz, her şeyden mutlak oluş, hatta varlık sözü bile, ona bir kayıttır, fakat başka bir sözle anlatmak imkanı bulunmadığı için bu sözü kullanmak zarureti vardir. Ayrıca yaratış yoktur, zuhur ediş vardır ve mutlak oldukça zuhur ediş aleminin de bulunması zaruridir. Bu zuhur ediş, aynı zamanda, aynı varlığın kendi varlığını bilişidir. Bu bilgide, bütün zuhur edecek şeyler, bilgi şekilleri halinde var olur ve bu bilgilerin zuhuru da kainatı meydana getirir. Şu halde, hiçbir şeyin kendine ait bir varlığı yoktur ve her var olan ancak mutlak varlığın bilgisindeki varlığın zuhuru olması bakımından vardır.
Üçüncü unsura gelince, bunun sahibi Şems-i Tebrîzîdir. Bu büyük Kalenderî sûfî, Mevlânâ’dakı coşkun mistik mizacın önünü açtıktan sonra, Kalenderiliğin dünyayı boşlayan, dünyevî her şeye tepeden bakan, insanların izafi değer hükümlerini iki paraya almayan ve bunları ilahi aşka vuslat yolunda en büyük engel gören bir tavır aşılamıştır. Bu yüzden Mevlânâ Sems’e tutkundur; onun insanlara tepeden bakan, kendine güven dolu tavrına tutkundur.
Mevlânâ, birbirinden bu kadar farklı üç mistik tavrı bağdaştırmış ve asırları aşan mesajını sunmuştur.
3. Pekii, Mevlânâ onca büyük mutasavvıfları aşarak nasıl asırlar sonra müslim, gayrimüslim geniş kitleleri etkileyebilmiştir? Mevlânâ’yı dinler üstü bir humanist kabul ederek bu mesele kolayca izah olunamaz. Onun günlük yaşantısına ve bir bütün halinde eserlerinin belirgin imajına bakmadan açıkça söylenmese de, Mevlânâ’yı İslâmiyet dışı kabul etmek mümkün degildir.
Mevlânâ, gerçekde mensubu bulunduğu ve gereklerine göre yaşadığı İslâm’ı önemseyerek değil, tersine sağlam bir müslüman olduğu halde insanlığı kucaklayan mesajlar verebileceğini fiilen göstermiştir. Bu sebeple “Gel, ne olursan ol, yine gel! İster tanrı tanımaz, ister ateşe tapar, yine gel. Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil! Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!” çağrısında bulunur. Bu sebeple o, “Bir ayağı sımsıkı şeriatta duran, öbür ayağıyla yetmiş iki milleti dolaşan” bir pergel olduğunu söyler. Bu sözler, İslâm’ın, tasavvufunun humanizmini yansıtan sözlerdir.
Mevlânâ, insan olabilmenin sırrına ermişti. O na göre tasavvuf eğitiminin amacı kişinin kendisini bulmasıydı ve felsefesi üç önemli ilke içeriyordu. Bunların ilki insanın kendisiyle barışık olması, ikincisi insanın toplumla barışık olması, üçüncüsü insanın Allah ile barışık olması yani ondan gelen iradenin kendisinin hayrına olduğunu kabul etmesidir. O na göre aşkların en güzeli “Hakikat Aşkı”dır. Ve Mevlevilerin dönerek yaptıkları sema tüm dünyayla aşkta birleşmek onun evrensel dönüşüne ayak uydurmaktır. Ellerin birinin gökyüzüne diğerinin yeryüzüne dönük oluşu, tanrıdan aldığı aşkı tüm dünyaya sunmasını sembolize eder. O na göre ruh tanrının bir özüdür , ölümsüzdür. Ruh kaynağına dönmenin özlemi içerisinde bu dünyadaki zamanını geçirir. Neyden çıkan ses ruhun acı dolu kaynağına dönüş özlemini anlatan sestir. Mevlana "ey tanrıyı arayan ,aradığın sensin " diyerek insanın bütünün bir parçası olduğunu anlatır.
Anadolu'nun yetiştirdiği ve daha çağlar boyu fikirleri ile insanlığa yol gösterecek büyük düşünür düşüncelerini gelecek nesillere dizelerle aktarmıştır.[/color][size=18px][color=red]Mevlana'nın yedi öğüdü
· Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
· Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
· Başkasının kusurunu örtmede gece gibi ol.
· Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
· Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
· Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol. [/color][/size][size=18px][/size]

21.11.2007 - sancar

mesneviden seçmeler

[color=blue]GÖNÜL AYNASI[/color]
[color=black]Padişahın sarayındaki Çinli ressamlar “Biz Türk ressamlarından daha iyi, daha hünerli ressamlarız.” İddiasında bulunurlar.Türk ressamlar ise “Bizim resimdeki ustalığımız sizden daha üstündür” derler.
Bunun üzerine padişah bir gün:
-İddanızda hanginiz haklısınız? Bunu anlamak için sizi imtihan edeceğim, der.
Çin ressamları ile Türk ressamları yarışmaya girişirler.Fakat Türk ressamlar bu yarışmadan çekinir gibi olurlar.
Çinliler:
-Padişahım! Bize özel bir oda veriniz,biz o odada çalışalım.Bir odada Türklerin olsun,teklifinde bulunurlar.
Kapıları karşılıklı iki oda vardır.Odalardan birini Çinliler alır,birini de Türklere verirler.Çinliler padişahtan yüzlerce çeşit renkte boya isterler.Padişah onların hepsinin isteklerini yerine getirir.
Türk ressamlar ise:
-Ne resim ne boya bizim işimize yaramaz.Bize sadece pas giderici nesne gerekir.
Türk ressamlar kapıyı kaparlar,duvarı cilalamaya başlarlar.Odanın kapıya karşı olan duvarını gök yüzü gibi saf,temiz ve parlak bir hale getirirler.
Padişah önce Çinli ressamların odasına girer.Çinli ressamların yapmış olduğu resmi görür,onların inceliğine,güzelliğine şaşırıp kalır.Aklı başından gider.
Sonra Türk ressamlarının yanına gelir.Padişah gelince Türkler iki oda arasındaki perdeyi kaldırırlar.Karşı odada Çinlilerin yaptığı resimler ve nakışlar bu odanın cilalanmış duvarına daha parlak bir şekilde yansır.
Padişah Çinliler tarafından ne görmüşse,bu odada ondan daha iyisini,daha güzel görür.Resimler öyle canlı öyle güzeldir ki insanın gözünü almaktadır.
Bunu gören padişah,Türk ressamlarını daha başarılı bulur ve tebrik eder.[/color]

[color=red]Hazret-i Mevlana diyor ki:
Bazı insanların gönülleri ayna gibi saf ve tertemizdir.Her şey oraya yansır.Gönüllerini Allah’ı anarak iyi işler yaparak cilalamış olanlar her zaman bir güzellik, hoşnutluk içindedir.[/color]

19.11.2007 - sancar

MESNEVÎDEN SEÇMELER(MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN RûMİ)

çok güzeldi.
teşekkür ederim.
sağlıcakla kalınız.

19.11.2007 - dutkmd

Konular