Âh Teslimiyet!..

[color=brown][b]“…(İbrahim) dedi ki:

«Ben Âlemlerin Rabbi’ne teslim oldum»” [/b]

(Bakara Sûresi, 131)


Dün gece ansızın çıkıverdi karşıma… Ben de fırsat bu fırsattır deyip sormaya başladım sorularımı gafilâne. Soru sorulmaması gereken bir makamla muhatab olduğumu düşünmeden… Dedim ki:

“-Âh teslimiyet! Kaf Dağı’nın ardında mı, karlı dağların zirvesinde misin? Yoksa bir Zümrüdüanka mısın? Söyle nesin, neredesin ki, seni bulmak bu kadar zor, elde tutmaksa sıratta yürümek misali…”

Önce bir derin süzdü beni. Maksadı yoklamaktı kalbimi… Belli ki, anlayacak olana söylerdi kavlini… Baktı, baktı… Sonunda söze başladı. Bilmem ki Mevlânâ misali söyleyeceğinin kaçta birini söyledi ve bilmem dinleyen, söyleyenin kaçta birini anladı. Yine de, anladığını anlatmaksa vazife, ben nakledeyim, siz de dinleyin anladığımı… Kalbime işleyen nazarlarının eşliğinde başladı söze:

“-Evlâdım…” dedi. “Benim yaşadığım yer, buralardan çok uzakta. Adına Rıza Ülkesi derler. Orada söz yoktur, kalpler konuşur. Suâl yoktur, başlar eğilir. Cedel yoktur, baktığın her yer Harem’dir. Orada kimse incitmez ve incinmez. O ülkenin sultanı Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem-’dir. Yanında İbrahim ve İsmail -aleyhümesselâm- vardır, yani benim ceddim…

Evlât, gözlerin bu ülkeye vâsıl olmak için yüreğinin kıvılcımlandığını haber vermekte... Başlangıç için güzel… Lâkin önce bilmen gereken mühim şeyler var. Bu ülke -dedim ya- çok uzaklarda... Yol çetin… Aşman gereken nice karlı dağlar, derin sular, yarıcı dikenler, fırtınalı mevsimler var. Bunların yanında ins ve cin şeytanları; daha beteri de senden hiç ayrılmayan nefs canavarı var. İmdi bütün bunları bile bile kabul ediyor musun yola çıkmayı? Yani demem o ki, yolun başı da «eslemtü/teslim oldum» demekle başlar. Teslim oluyor musun, karşına çıkabilecek her meçhûle, daha doğrusu onu İhsan Eden’e?”

Cümlesi bittiğinde, teslimiyetin cevap bekleyen nazarları yine kalbimin derinliklerinde dolaşıyordu. Cevabı dudaklarımdan değil, kalbimden alacaktı. Öyle ya! Onun ülkesinde söz yoktu, kalbler konuşurdu. Gelelim bana... Kalb okuyucusunun karşısında ne söz söylenebilirdi ki? Zaten söylemek istesem de, söz bulamazdım bu suâl karşısında… Hayatı boyunca «eslemtü» dememiş, gönderilen hiçbir ilâhî ikramı tebessümle misafir etmemiş, semaya başını kaldırıp «üf», «of»lardan başka bir söz söylememiş, dili söylemediği yerde de kalbi isyanlarını haykırmış bir âsî olarak, ne dilimin kımıldamaya mecali, ne de kalbimin bakılacak hâli vardı. Bu yüzden, yüzümden başka kalbim kızarmıştı. Utanç içinde, başım önde eğik okunmayı bekledim. Ve o sırada konuştu teslimiyet!..

Benim sözsüz cevabımı anlıyor, fakat benim sükûtu anlayamayacağımı da bildiği için -rıza ülkesinin sâkini değilim, zira- zahmet buyurup sözcükleri kullanıyordu:

“-Görüyorum ki derya gibi olan acziyetinden bir damlacık olsun tatmak sana lütfedilmiş. Lâkin öylesine bidayettesin ki, kibrin tevazuunu fersah fersah aşmış. Yine de bu yol, rahmet-i ilâhî ile doludur. Senin gibiler de kapıdan döndürülmez. Madem bir lütf-i ilâhî olarak verilmiş kalbine azim, o hâlde yola koyulmak sana, kabul etmek de bize düşer.”

Teslimiyet, sözünü bitirdiğinde, bana da yüzümü yerden kaldıracak can bahşedilmişti. Karşımda ruhumu okşayan bir tebessümle duruyordu. Bakışlarından aldığım cesaretle, biraz da endişeyle sordum:

“-Peki efendim, bu yolculukta yalnız mı olacağım? Bir yârenim olup yardım etmeyecek mi bana?”

Sordum, ama sorar sormaz pişman oldum. Daha yola çıkmadan teslimiyetimi bozmuş, ilk adımda sorulara başlamıştım. Hemen kalbime döndüm, onu konuşturdum. Sözsüzce:

“-Affedin!..” dedim. “Hamlığıma verin. Zaten ham olmasaydım, şu an buralarda olur muydum? Rıza ülkesinin sonsuz semalarına kanat açmış, öteleri temâşâ ediyor olurdum. Pişmek için, olmak için çıkıyorum ya bu yolculuğa, affedin ne olur!..”

Duydu af dilenişimi ve:

“-Peki…” dedi. “Ama unutma, soru sorma hakkın sınırsız değil. Yoldaşının Hızır olduğunu bil de, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın üç sorudan sonra yalnız bırakıldığını hatırla. Bu yolda, soruların haddini aştığında ceza alır, hattâ başa bile döndürülebilirsin.

Bu sebeple daima, ceddim İbrahim -aleyhisselâm-’ın nârın yanıbaşında kaderinin tahakkukunu beklerken, bana nasıl sımsıkı sarıldığını hatırla!.. Boğazına bıçak dayanmış hâlde, beni gönlünden hiç eksik etmeyen İsmail -aleyhisselâm-’ı hatırla! Her şeyden öte, hayatı boyunca kalbinden «eslemtü»’den başka bir şey geçmemiş, darlıkta ve bollukta, rızânın son haddini yaşamış olan, rıza ülkesinin padişahı, o Güzel’i hatırla!

Eğer ayakların hep O’nun izine basarsa, gözün de, gönlün de yoldan kaymaz. En sarp kayalıkları, nicelerini alabora eden o tufanları hep O’nunla aşarsın. Sallallâhu aleyhi ve sellem…

Sözün kısası evlât, ben derim ki başka yâren arama. Dost olarak Rabbin, yâren olarak da azîz Peygamberin kâfidir. Kur’ân-ı Kerîm’de sorar Cenab-ı Hak:

[b]«Allah kuluna kâfi değil midir?» [/b]

Ne cevap verilir bu soruya? Haydi, şimdi niyetini sağlam, azmini ziyade eyle de düş yola Allah’ın izniyle... O’nun izniyle yürü, O’nun izniyle var, varacağın yere inşallah. Benim sözüm bu kadar. Haydi, kal teslimiyetle…”

Diyeceğini deyip geldiği gibi esrarlı bir hâlde gözden kayboldu teslimiyet. Artık onu: “Âh teslimiyet!” yazılı levhalardan okumaktan vazgeçip, yüreğime yazmalı, hattâ kazımalıydım.

Evet… Dediği doğruydu. Teslimiyetin de, rızanın da pâdişahı, Rasûller Sultanı’ydı. Her derdin dermanı O, her kilidin anahtarı O, yârenim, yoldaşım, duâcım hep O -sallallâhu aleyhi ve sellem-…

Âh bir öğrenebilsem O’na dost olabilmeyi, Rabbim!.. O zaman önümdeki çile dağları dümdüz olur; nehirler yola, kışlar bahara, dikenler güle dönerdi. Bir öğrenebilsem ey teslimiyetin Padişahı; “Teslim oldum Âlemlerin Rabbi’ne!..” demeyi…

Lutfeyle Rabbim, kerem eyle, dilime de, kalbime de Sen öğret ey Âlemlerin Rabbi! Sen’i benden, beni Sen’den ayırma, ey kimsesizlerin yâreni!



Hüdanur Eslem[/color]

Konular