Çıldırtan Duygular ve Zirvedeki Işık

"Asırların hüznü yığılmıştı sanki bu yıla
Gökten huzur yağsa ben rahatlayamayacağım
galiba"

dedi. Mevsimlerden ilkbahardı. Kendisi de yaşı itibariyle hayatının baharında sayılırdı. Fakat her yeri rengârenk, her şeyde bir âhenk gördüğü halde, bütün bunlardan ne bir zevk ne de bir huzur duyamıyordu.

Bir ara oturduğu yerden kalktı, pencereden dışarıya baktı, baktı... Sonra odanın içinde bir süre bir aşağı bir yukarı gezindi. Etrafındaki insanlarla "dertliye sohbet sanki haram" dercesine pek alâkadar olamıyordu.

İçinde bir boşluk hissediyordu. Galiba bir kurtarıcı aramaktaydı. Kendisini sıkıntının kıskacından kurtaracak birisini... Ve öyle hissediyordu ki, bu dost, onun uzağında değildi de, sanki ona kendisi kadar yakındı.

Eski Roma zindanlarındaki esirler, esaretten kurtulmanın yegane çaresini dağlara kaçmakta bulurlardı. Bir ara kendisini o Romalıların esirleri gibi hissetti. Çektiği bu işkenceden dağlara kaçıp, sığınmakla kurtulacağını zannetti. Berrak bir mayıs günü üstü açık spor arabasına atlayıp, ufukta görülen yemyeşil tepelere doğru yol aldı. Dağların eteklerinde şirin bir kasaba vardı, yolları da kare şeklindeki taşlardandı. Parke yol bitince arabasından inerek yeşilliğin içine daldı. Çimenlerin üzerinde yürürken, papatyalar âdeta ona tebessüm ediyorlardı. O ise soğuk bir eda ile onları çiğneyip geçiyordu. Bir an çiçekleri, şefkat beklerken azar işitip de ağlayan çocuklar gibi tahayyül etti. İçi burkuldu, gözleri yaşardı. Şimdi artık yürürken onları çiğnememeye dikkat ediyordu. Bu sefer ona öyle geldi ki, çiçekler aslında kendisinin o haline ağlamaktaydılar. Artık tepenin zirvesine varmış bulunuyordu. Fakat, onda huzur namına hâlâ hiç bir şey yoktu. Eski Romalıların esirleri dağlara çıkınca "Artık hürüz!" diyebilmişlerdi. O ise bunu diyemiyordu. Romalıların esirleri, karanlık mahzenlerin duvarları arasında aç ve çıplak olarak yaşamak zorundaydılar. Kendisi ise en güzel yemekleri yiyip, en güzel elbiseleri giydiği, doğduğu günden beri lüksün-ihtişamın içinde yüzdüğü ve şu anda da en güzel manzaralar etrafını çevirmiş olduğu halde yine de huzursuz, sıkıntılı ve bunalımlar içindeydi..

Evet, zalim Romalıya esir düşenler, dağlara kaçmakla o esaretten kurtulabilmişlerdi. Ya ruhlarını Neron'dan daha zalim olan şüphelere tutsak edenler...! Sonra ruhlarının mezarını kazarken raks edenler...! Ölmeden önce sefahatte insanlıklarını öldürenler...! Vücut beş duyu organıyla kâinata açılır, ruh da düşüncelerle sonsuzluğa. Düşünceleri maddenin kaskatı cidarları içine sıkışıp kalmış olanlar, bu esaretten hangi tepeye çıkarak kurtulabilirler ki?

Bulunduğu zirveden aşağılarda, ovanın tam ortasında kıvrım kıvrım akmakta olan nehri seyretmeye koyuldu. Tabiat muhteşem bir güzellikteydi. Saçları dalgalandıran kırların bahçıvanı rüzgarın, verdiği serinlik ve seyrettiği manzaranın muhteşemliği onu mutlu edeceğine, aksine daha da perişan hâle getirmişti. Halbuki böyle mi olmalıydı? Nasıl insanın mutluluğunu temin edecek şeyler onun kederlenmesine yol açabilirdi? Hayır,hayır...! Hayatta olduğu müddetçe insanı, güzelliklerden ebediyen ayrılma endişesi tedirgin edecekse, mutluluktan söz etmek beyhude olacaktır. Bir kayanın üzerine oturdu. "Heyhat, dağlar da bana huzur vermiyorlar..." dedi Ne zamandır hayatı böyle geçiyordu. Perişan halini düşündü. Ağlamaya başladı, çünkü tekrar hissetmeye başladığı yalnızlık, artık tahammülünü aşmaktaydı.

Ağlamak insanı deşarj eder. Onu da hıçkırıkları teskin etmişti. Önündeki ince otların arasında narin narin sallanan bir demet çiçeğe gözleri takıldı. O an evindeki bir vazoda bulunan plastik çiçekleri hatırladı ve onları önündekilerle mukayese etmeye çalıştı. Birden yaşamak istediği hayatla içinde bulunduğu hayat arasındaki farkın, o plastik parçalarıyla bu sevimli çiçekler arasındaki fark kadar büyük olduğunu hissetti. "Çok önemli bir şeyler eksik, ama ne?" dedi.

Önünden, belli bir hedefe doğru koşarcasına ilerleyen kırmızı bir karınca geçmekteydi. Parmağıyla karıncanın önüne bir barikat kurdu. O küçücük hayvan kısa bir an sanki düşünür gibi durakladıktan sonra, çabucak parmağının yan tarafından dolanmaya başladı. Birkaç defa karıncanın önünü kesti. Karınca da her defasında, en uygun manevrayı yaparak bu engeli aştı. Hedefine doğru gitmesine müsaade ettiği karıncayı gözleriyle izlerken "o minicik beyniyle yapılması gerekeni nasıl da buluveriyor!" diye içinden geçirmekteydi. Arkasından "peki ya bütün bunları değerlendirip düşünen insan beyni?" demekten kendini alamadı.

Geçenlerde bir dergide bir beyin cerrahının beynin ve sinir sisteminin çalışma prensipleriyle ilgili olan ve kendisini çok şaşırtan bir yazısını okumuştu. O yazıda insan bilgisinin ve tekniğinin en son ürünü olan modern bir kompüterin bir karıncanın beyninden çok daha basit yapıda olduğu iddia ediliyordu. Şimdi yazarın adını da hatırlamıştı. Aslında, orada söylenenler kendisine çok fazla mübalağalı göründüğünden doğru mu diye kendisi de bir beyin cerrahı olan babasına sormak için yazının hemen tamamını adeta ezberlemişti. Orada okuduğu nöroşirurjist Warren S. Mc. Cullok'un "Şayet dünyanın en büyük binalarından olan Empire Stade Building'in tamamını bir elektronik beyin yapmaya ayırsak; oraya beynimizin sinir hücreleri sayısınca, yani 14 milyar ünite monte etsek ve enerji kaynağı olarakta Niyagara Şelalesi'nin bütün kuvvetini yüzde yüz verimle elektriğe dönüştüren bir santralı bağlasak, bu elektronik beyin yine de insan beyniyle yanşamaz." şeklindeki sözleri bir türlü aklından çıkmıyordu. Kendisi ne yazık ki bankadaki hesabının son hanelerine birkaç sıfır daha eklemekten başka ideâli bulunmayan bir beyin cerrahı olan babasının onun sorusuna cevabı daha da şaşırtıcı olmuştu: "Dergide anlatılanların eksiği var fazlası yok oğlum." demişti babası. "Benim bildiğim kadarıyla insan beyni kapasitesinde bir elektronik beyin dünyanın tam üç katı kadar yer tutacaktır." Ama, ne olurdu sanki babası bütün bunları o sormadan önce kendiliğinden anlatmış olsaydı... Fakat o zaman şunu babasına sormayı unutmuştu: "Bunca senelik bilgi mirasıyla övünen insanoğlu ancak bir karıncanın kafası seviyesinde kompüterler yapabilirken, taklitten tamamen âciz kaldığı kendi beyni, nasıl tesadüfen ' 'evrimleşmiş'' olabilir?" Hoş sormamış da olsa aslında babasının vereceği cevabı tahminde pek zorluk çekmiyordu: ' 'Oğlum, sen okulunu bitirip bir an önce hayatını kazanmaya başla, öyle şeyler pek karın doyurmuyor..."

Fakat aslında hakikat ortadaydı ve bunu kimseden öğrenmeye ihtiyacı da pek kalmamıştı. Hem bundan 50 sene öncesinin bilgi seviyesine göre konuşan ve bir tıp tahsilini bile tamamlayamamış olan Darwin'e mi inanacaktı, yoksa mesleğinin zirvesine ulaşmış Mc. Cullok'a mı?

Derin bir nefes aldı. Zihninde bütün bu düşünceler dönüp dolaşırken, başka fikirler de çağrışım yapıyorlardı. Tabiatta her şey son derece karmaşık bir yapıya sahip olduğu hâlde aynı zamanda her şeyde müthiş bir nizam ve âhenk de vardı. Yerden suyun buharlaşması, yağmur olarak tekrar yere inmesi ve milyonlarca farklı canlının su ihtiyacını gidermesi... İnsanların kulaklarının ve gözlerinin sadece belli dalga boylarındaki seslerle-ışığa ayarlanmış olması... Yazın bol sulu kavun-karpuzun kışın da C vitamini yüklü portakal - mandalinin sofralarımıza gizli bir el tarafından gönderilmesi... Bütün bu düşünceler onu hayretler içinde bırakıyordu. Böylesine karmaşık ve kaosmuş gibi görünen kâinatta her şeyin hem düzenli hem de en mükemmel şekilde oluşu, ona imkânsız gibi geliyordu; ama öyle olduğunu da inkâr edemiyordu. Zaten onun bütün huzursuzluğu da bu çeşit şüphelerden kaynaklanmakta değil miydi?

Şu tabiatta her şey hayata göre ayarlanmıştı. Hem de bu hassas tertip canlıların iradeleri dışında oluyordu.Havanın, suyun, ışığın ve sıcaklığın kıvamını insan mı ayarlamıştı? Hayır, o geldiğinde zaten bunlar hazırdı. Az önce kulaklar ve gözlerle ilgili bazı şeyler zihninden geçmişti. Şimdi bunlar kafasında biraz daha şekillenir gibi oldu. Eğer kulak her sesi duysa, göz de bütün dalga-boylarındaki ışıklara hassas olsa, hayat herhalde çekilmez olurdu. O zaman küçücük böceklerin yürürken çıkardığı ayak seslerinden, dünyayı dolduran milyarlarca insanın zayıflayarak da olsa bize ulaşacak seslerine kadar her şeyi duyup sessiz bir yer bulamadan hayatımızı tamamlamak zorunda kalırken; söz gelişi bağırsaklarımızın içindekiler gibi hoş olmayan pek çok şeyi de görmek zorunda kalır, ayrıca rahatça uyuduğumuz karanlık gecelerden de mahrum olurduk. Bütün bunların hayâli bile insanı rahatsız etmeye yetip artıyordu.

Kendi kendine "Herşey mükemmel, ama herşey!" dedi. Aklı yığın yığın düşünceler altında ezilirken birden hayâlinde manevi bir sima belirdi. Muhayyilesi karıştı, düşüncesini ona doğru yönelterek onunla diyalog kurabilmek için beynini zorladı. Ruhunda hafif bir değişiklik hissetti Hayâl ekranındaki simaya kalbi iyice ısındı. Karanlık dünyasında bir ışık görür gibi oldu. İçinde bir huzur esintisini ta iliklerine kadar hissetmekteydi

Aradığı şeyi bulur gibi olmuştu. Zaten öteden beri onun fazla uzaklarda olmadığını hissederdi. Aslında, insanda bir duygu vardı ki kişi insanlığını bütün bütün kaybetmedikçe benliğinden silinmez. O duygu vicdandır. Büyük düşünce tufanında insana Nuh'un gemisini gösterecek bir pusula olan vicdanın çığlıklarına kulak tıkayıp onu benliklerinden söküp atanlar iliklerine kadar çürümüş demektir.

Bizler, bu devrin insanları, hep koştuk, çalıştık ve feza çağına vardık. Fezanın boşluğunda gezerken, ruhumuzun boşluğunu unuttuk. Dinlemesini bilemedik vicdanımızın sesini ve fıtratın bize çağrısını...

Henüz o bu duyguyu tamamen söküp atmamıştı. Ama, yıllar önce "İçinizde böyle duygulara yer vermeyin" diye diye ona vicdanının sesini susturulması gereken bir şeymiş gibi göstermekle kalmayıp, bunun tekniğini de öğreten bir öğretmeni, onun vicdanının ölmesine değilse bile, felç olmasına yol açmıştı.

İşte şimdi zihnini alabora eden bu düşüncelerden kuvvet alan vicdanı, tekrar harekete geçer gibiydi. O, hayalinde beliren manevi simaya "Bu güzel duyguların vatanı yok mudur? Ne olurdu ben de orada yaşasaydım." diye sorduğu esnada kalbinin derinliklerinden hasret ve burkuntu dolu bir ses yükseldi: "Onların vatanı uzakta değil senin kalbindedir..."

Hayâlinin en diplerindeki loş köşelerden birinden çıkıp gelen bir hâtıra gözlerinin önünde canlandı: Çocukluk yılları... Ne kadar mesuttu o yıllarda... Annesinin, ninesinin şefkatle kalbinde yaktıkları, mutluluğun asıl kaynağı olan meş'aleler; "İnanç ve ümit" sanki tekrar içinde yanmaya başlıyor gibiydi. Daha henüz çocukluktan yeni kurtulmaya başladığı ilkokul sıralarında cıvıl cıvıl bir kuş gibiyken, kendisine bu manevi hafifliği veren bu meşaleleri o öğretmeni "Cahil büyüklerinizin gözüyle bakmayın tabiata!" diye diye nasıl söndürmüştü. Bu düşüncelerin aydınlanmaya başlayan vicdanını tekrar karartacağından dolayı paniğe düşmek üzereyken; vaktiyle yanlış bilgilere kapılarak vicdanına taarruz e-den aklını şimdi edindiği kâinat anlayışıyla, o-nu bu sefer tamire koyulma gayreti içinde bulmak, ona tarifi imkânsız bir huzur verdi." "İşte şimdi oldu" diyordu. Artık o, aklının desteğindeki vicdanıyla, önce kendisinin pek çok şey öğrenmesi gereken o "sözde" öğretmenin şeytani tuzağına asla düşmeyecekti. Bütün bu sahneler gözlerinin önünden geçip giderken, yıllardır çözemediği bir meseleyi de o an çözdüğünü anladı. Ve "Şimdi buldum, büyük sözler eden filozofken Nice'nin (x) niçin çıldırdığını" diye mırıldandı.

Kalbinin kapılarını o manevi sima için sonuna kadar açtı. Bir anda tabiatın bütün sırlarını çözer gibi oldu. Gittikçe artan bir hafiflik hissetmeye başladı. Ruhunu her yandan saran zincirler, bir bir çözülüyordu sanki... Bizim kendisini unuttuğumuz, fakat kendisi hiç bir şeyi bir an olsun unutmayan bir Yüce Yaratıcı'nın varlığını bütün ruhuyla hissetti. Oturmakta olduğu taşın üzerinden kalkarak "Artık hürüm!" diye haykırdı. Çocuklar gibi sevinç içinde koşarak tepeden aşağı, parke yola indi. Mutluluğundan, kaldırım taşlarını, ayaklarının altına serilmiş ipek halılar gibi yumuşacık hissediyordu. O tam bir saadete garkolurken, o karanlık mahzenlerde, bazı Neron ruhlular: "Bir esir daha zincirlerden kurtulmuş" diye hayıflanıyorlardı.



______________

(x): Nice (Nietzsche): Bir Alman filozofudur. "Tanrı artık ölmüştür" sloganını yaygınlaştırarak, ateizmi şiddetle savunmuştur. Fakat inançsızlığı ve ümitsizliği hayatının son demlerinde cinnet getirmesine ve çıldırmasına sebep olmuştur.



A. Mesut ŞAHİN

Konular