"ırklar nasıl meydana geldi" dua

Ey biricik Koruyanımız! Dinimize ve dünyaya müteallik bütün işlerimizde insî ve cinnî şeytanların, durmadan kötülüğü emredip duran nefs-i emmarenin vereceği zararlardan, inanan kullarına karşı kalbleri kin ve nefret duygularıyla dopdolu düşmanların saldırgan davranışlarından bizi muhafaza et.

Onların tuzaklarından, komplolarından bizi ve gönlünü Senin (cc) dinine vermiş bütün inananları himaye eyle

Irklar nasıl meydana geldi?

Allah (celle celâluhu), kâinattaki bütün renk ve şekilleri varlığına bir delil olarak Kur'an-ı Kerim'de ifade buyurmaktadır. Hz. Âdem'in (aleyhisselam) yeryüzünde ne zaman zuhur ettiğini bilemiyoruz.
Talmut yazarları Hz. Âdem'in altı veya yedi bin sene evvel dünyaya geldiğini söylemektedirler. Ancak bu mesele İsrailiyat kaynaklıdır. Bunun bir aslı ve esası olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Zira şimdilerde arkeolojik araştırmalarla müstehâseler (fosiller) üzerinde çalışan kimseler, bir veya bir buçuk milyon sene evvel yeryüzünde insana benzer varlıkların yaşadığına dair nazariyeler ileri sürmekteler. Binaenaleyh Hz. Âdem'in yeryüzünde ne zaman zuhur ettiğine dair bir şey söylemek imkânsız görünmektedir.

İster milyonlarca, ister birkaç yüz bin sene ile anlatılsın Hz. Âdem'den (aleyhisselam) bu yana geçen bu uzun zaman içinde insanların yeryüzüne dağılmaları mümkündür. Evet, insanlar, çeşitli devirlerde değişik vesileleri değerlendirip yeryüzünün farklı yerlerine dağılmış olabilirler. Bu cümleden olarak Amerika'ya ilk gidildiğinde orada Kızılderili yerlilerinin bulunduğu görülmüştür. Ayrıca biz daha evvelki dünya karalarının keyfiyetini de bilemiyoruz. İhtimal değişik devirlerde yer kabuğundaki bazı değişimlerle bazı yerler çukurlaşarak denizlere zemin oluşturmuş bazı yerler de zirveleşerek dağları meydana getirmiş. Meselâ jeologlar, bundan on bin sene evvel Akdeniz'in tamamen bir kara parçası ve bugün kara olan yerlerin de o devirlerde deniz olduğunu söylemektedirler. Eğer dedikleri doğruysa, demek ki Akdeniz'in yerinde, o gün için bir kısım medeniyet ve devletler vardı. Bu böyle olduğu gibi Amerika ve Avustralya için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Yani oralar da belki çok önceye dayanan bir tarihte, dünyanın diğer karalarıyla bitişik durumdaydılar ve aradaki deniz ve okyanuslar birer kara parçasıydı. İzn-i İlahi ve murad-ı Subhanî ile değişe değişe bugünkü duruma geldi. Muhammed Hamidullah, Kristof Colomb'dan evvel bir kısım Arap seyyahlarının sallarla dar geçitlerden Amerika kıtasına gittiklerine dair, vesikalarıyla bir eser neşretmişti. O husus da ayrı bir açıdan önem arz etmektedir. Bu da Colomb'dan evvel Müslümanların Amerika'yı keşfettiğini gösterir. Geriye dönecek olursak, ister yeryüzü kabuğunun değişmesi, ister başka şekilde her zaman farklı kıta ve farklı insan tiplerinin olması gayet normaldir.

Mutasyonu yaratan Allah'tır

İnsanların bulundukları muhitte bir kısım mutasyonlar geçirerek çok az dahi olsa bazı fizyolojik değişikliklere maruz kalmalarına gelince, biz bunu bugün de görüyoruz. Ne var ki bununla insanın insanlığı hiçbir zaman değişmemiş, o hep insan olarak kalmıştır. İnsanlık değişmemekle beraber, Allah'ın (celle celâluhu) kanunuyla insan için çeşitli mıntıkalarda, o mıntıkaya uyum adına bir kısım mutasyonların olduğu da açıktır. Bu da tamamen sûrî bir husustur. Mesela cildin deri altındaki mürekkep tulumbalarının dışarıya doğru çıkmasıyla vücudun rengini değiştirmesi ciddi bir değişme değildir. Bir insan nesli uzun bir süre bir kıtada yaşasa herhalde böyle bir değişikliğe maruz kalır.

Evet, bunlar, küçük çapta Cenab-ı Hakk'ın yarattığı mutasyonlardır. Ve katiyen ciddi bir değişiklik değildir. Binaenaleyh cildin siyah veya saçın kıvırcık olması, bulunulan muhite uyumun ifadesidir ve bu, Allah'ın bir kanunudur. Allah (celle celâluhu) şartlar içinde insanlara o şartlara uygun yaşama donanımı ihsan etmiştir.

Kur'an-ı Kerim, yaratılışın Zât-ı Uluhiyete delil olduğunu ifade ettiği gibi renklerin, simaların, ellerin, ayakların, lisanların, lehçelerin, mahreçlerin hatta fonetiğin de Allah'ın yaratmasıyla olduğunu belirtmektedir. (Bkz: Rum, 30/22; Fâtır, 35/28) Ancak Allah(cc), yarattığı her şeyi sebepler dairesinde yaratmaktadır.

Ekvatora yakın yerlerde, ekserisi çöl veya orman olan ve pek çok sekenesinin zenci, ve benzer kabilelerin teşkil ettiği insanlar, renk itibariyle siyah, saçları itibariyle de kıvırcık olmaktadırlar. Bu, Allah'ın o iklime göre tedricî bir tekamül silsilesi içinde o hale getirdiği bir durum olabileceği gibi, doğrudan doğruya Allah (cc), Hz. Nuh'un evlatlarından kimisini siyah, kimisini sarı, kimisini esmer yaratmış da olabilir. Bunların birincisinde Allah'ın, kâinatta icraat ve şuunat-ı Rububiyetini devam ettirdiği bir tedricilik, diğerinde ise doğrudan doğruya Hz. Nuh'un neslinden kumral, siyah veya sarışın insanlar yarattığı şeklinde düşünülebilir.

Ben, böyle iki şekilde de meseleyi kabul etmede dinî açıdan bir mahzur görmüyorum. Zira kısa tecrübelerle görülmektedir ki sıcak memleketlerde yaşayan insanlar buralarda uzun zaman kaldıklarında ciltleri siyahlaşmaktadır. Bir hikmete binaen o iklimlerde bulunurken böyle bir cilde herhalde lüzum ve maslahat vardır ki, her şeyi hikmetle yapan Hâkim-i Mutlak Hz. Allah (celle celâluhu), uzun zaman sıcak memleketlerde bulunanların cildinde böyle bir değişme meydana getirmektedir. (Bu ifadelerle, mutasyonlara kâil olduğumuz zehabına varılmasın.)

Hz. Âdem'den sonraki farklı diller

Hz. Âdem'den sonra dillerin nasıl meydana geldiğine dair elimizde net bir bilgi mevcut değildir. Tarih ve siyer kitaplarında, hususiyle de mevsuk dinler tarihinde Hz. Âdem ve Hz. Âdem'den sonraki nesillerin, Süryani dilini kullandıkları ifade edilmektedir.


Bugün de Mardin civarında hâlâ bir kısım Süryaniler vardır. Ancak bunlar amelde Hıristiyan'dırlar. Binaenaleyh Hz. Âdem zamanında diller henüz gruplara ayrılmamıştır.

Bu mevzuda dil uzmanları bize bazı bilgiler vermektedirler. Onların dediklerini reddetmek için de ciddi bir sebep görünmüyor. Aslında din de bunları reddetmemektedir. Aynı zamanda bunları kabul etmek de dine ters değildir. Hz. Âdem'in evlatları ve torunları ihtimal muhitlerinden ayrılıp ayrı ayrı mıntıkalara gidip oralara yerleşmişlerdir. Ayrı ayrı mıntıkalarda eşya ve hadiselerin te'siriyle o ibtidaî dilleri o ortama göre geliştirmişlerdir. Böylece o dil, zamanla değişmiş, tekâmül etmiş, ayrı bir hal almıştır. Nitekim mevsuk tarihin rivayet ettiğine göre Türk milletinden sayılan Finliler aslen Türk olmalarına rağmen bugün Finlandiya'da konuştukları dilin Türkçe ile hiçbir alakası yoktur. Bugün soydaşlarımız Orta Asyalıların konuştukları dildeki pek çok kelimeyi anlamakta zorluk çekmekteyiz. Hatta bazı kelimelerin sonlarına eklenen heceler o dili tamamen başkalaştırmıştır. Bin senelik metinler karıştırıldığında bugünkü dille onlar arasında çok büyük bir fark bulunduğu görülecektir.

Dahası halk edebiyatı ve saray edebiyatı ile bugünkü konuştuğunuz dil arasında bile ciddi farklılıklar vardır. İhtimal, bu tür istihaleler geçire geçire diller, sürekli farklılaşagelmiştir. Bugün bizim dilimiz de bir hayli değişmiştir. Bazen diller öyle bir istihale geçirmektedir ki adeta ayrı bir dil haline gelmektedir. Mesela bundan elli sene önce konuşulan Türkçe ile bugünkü Türkçe arasında çok büyük farklar vardır.

Dil, elli sene gibi kısa bir zaman içinde böyle istihalelerle kendi kökünden uzaklaştığına göre Hz. Âdem'den bu zamana kadar dillerin teşa'ub etmesi, farklılaşması gayet normaldir.


Konular