İblisin Tahtı

Çeyrek asır önce, ‘dergi yayıncılığı’ denilen bir açıdan çok meşakkatli ama bir diğer açıdan muazzam derecede öğretici ve tatlı meşgaleyle henüz tanıştığım sıralarda, dergicilik adına çok ders aldığım Psychology Today dergisinden bir anekdotu aktarmıştık ilk göz ağrımız Köprü’nün sayfalarına. Anekdot, Amerika’da yapılan ve insanların plajlara gidiş sebebini sorgulayan bir araştırmaya dairdi. Rakamları yirmibeş yıl sonra aklımda tutuyor değilim; ama araştırmanın en çarpıcı sonucunu hiç unutmadım. Ne kadınların, ne de erkeklerin plajlara gitmesinin asıl sebebi ‘sağlıklı yaşam’, ‘güneşlenmek’, ‘dinlenmek’, ‘sıcak havada serinlemek’ filan değildi. Plaja gidiş sebebi olarak, araştırmaya dahil olan kadınların çoğu ‘seyredilmek’, erkekler ise ‘seyretmek’ seçeneğini işaretlemişlerdi. Teyiden tekrar edecek olursak, kadınlar seyredilmek, erkekler ise seyretmek için gidiyordu plajlara...

Bu notları hiç unutmadım, çünkü Bediüzzaman Said Nursî’nin “Beşinci Şua”ında ahirzaman fitnesine dair hadislere dair izahları içinde yer alan bir tesbitle birebir örtüşüyordu. Ahirzaman fitnesinde kimse nefsine hâkim olamaz mânâsındaki nebevî habere binaen, “Allahu a’lem bissavab, bunun bir te’vili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikab ederler” dedikten sonra, şu misali veriyordu Bediüzzaman: “Meselâ Rusya’da hamamlarda, kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi nefsine mağlup olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar.”

Sonraları, yirminci yüzyılın ilk yarısında Türkiye toplumunun ilk yarısında gerçekleşmesi arzulanan büyük dönüşümü tek parti döneminin gazete sayfalarının eşliğinde okumaya çalıştığım hengâmda, o günün şartlarında plajlara henüz ‘plaj’ denmediğini, bilakis ‘deniz hamamı’ adı verildiğini öğrendiğimde, Bediüzzaman’ın ilgili tesbiti ve misali, dikkatimi daha da celbedecekti.

Sonrası mâlûm... Bütün çabasını “Ben düştüm, başkaları da düşsün” psikolojisi ile özetleyebileceğimiz şeytanın insî takipçilerinin medya kolunun aynı psikolojiyle sürdürdükleri sözümona habercilik ve yayıncılığın da tesiriyle, ‘deniz,’ ‘güneş,’ ‘kum’ ve ‘plaj’ biri söylenince otomatikman diğerlerinin de akla geldiği; dahası, yanısıra her daim müstehcen görüntülerin zihinlere sökün ettiği kelimeler haline geldi Türkiye toplumunda. ‘Yaz’ ve ‘tatil’ kelimeleri yan yana kullanıldığında da, zihinlerde aynı çağrışım uyanır hale geldi peşinen: Yazın tatilde deniz kenarına gidilir, plajlarda yüzülür ve güneşlenilir; bu arada seyredilir ve seyredilinir!

Yaza ve tatile dair neredeyse zihinlere kazınan bu cebrî çağrışım o boyutlarda ki artık, nicedir mütedeyyin aileler dahi ‘yaz’ı ve ‘tatil’i ‘deniz’siz düşünemiyor. O yüzden de, yine deniz, yine kum, yine plaj içeren ‘alternatif tatil mekânları’ var bugün. Şimdiden, önümüzdeki yıllarda Ramazan yaza denk gelecek; nasıl yapsak da yaz, tatil ve orucu buluşturan bir formül üretsek telaşına şimdiden düştüğü anlaşılan ‘alternatif tatil mekânları...’

Ve benim gibi nice mütedeyyin baba var ki, yaz aylarını hep mahzun geçiriyor. Hassasiyetler ile imkân meselesinin buluştuğu bir zeminde, başka ailelerin çocukları ‘yaz’ ve ‘tatil’i ‘deniz’ ve ‘kum’la eşdeğer halde anlatırken çocuğunu öylece ortada bıraktığı için....

Ama buna karşı, her yaz giderek daha fazla sayıda insan, İstanbul başta olmak üzere denizi daha mutedil ve ılıman, kumsalları ise daha geniş ‘Güney’e akıyor. Buna karşılık, havaların yeni ısınmaya başladığı aylardan başlayarak, televizyonu ve gazetesi, interneti ve dergisi ile medyada sözümona ‘Güneyden haberler’ sezonu açılıyor. Hep çıplaklık, hep içki, hep sefahet içeren haberler...

Sonra, her yeni sene, Türkiye’nin güney sahilleri dışında kalan kesimlerinde de kıyafet noktasında giderek artan bir açık-saçıklığın, davranış bakımından ise giderek artan bir fütursuzluğun sözü ediliyor.

Tablo ortada değil mi?

‘Deniz’ ve ‘kum’ zamane nefislere hükmetmek için, iki İblis tuzağı artık... Yaşadığı asıl çevrede yapamadığını ilk önce tatil beldelerinde, plajlarda tecrübe ediyor insanlar; haya perdesi ilk oralarda yırtılıyor. Seyretmeye ve seyredilmeye orada alıştıktan sonra da, dönüp geldiği asıl yaşadığı çevrede de eskisine göre daha açık-saçık, daha fütursuz, daha dikkatsiz bir hayat yaşamakta zorlanmıyor.

Yıllar önce, bir hadis külliyatında karşıma çıkan bir hadis yakınlarda Hüccetullahi’l-Baliğa’nın “Fitneler” bahsinde bir kez daha karşıma çıkınca, bütün bunlar aklıma sökün etti yeniden. Kudsî nebî, gayb-aşina nazarıyla, nasıl da uyarıyordu bizi: “İblis tahtını deniz üzerine kurar. Oradan askerlerini gönderip insanları fitneye atar. Bunlardan yanında mertebece en yüksek olanı, en büyük fitneyi çıkarandır.”

Hadisin devamında ‘en büyük fitne’nin de izahı saklı: “Askerlerinden biri gelip, ‘Şunu şunu yaptım’ der. İblis: ‘Hiçbir şey yapmamışsın’ der. Sonra bir diğeri gelip, ‘Ben, hanımıyla arasını açıncaya kadar, falanın peşini bırakmadım’ der. İblis, onu kendine yaklaştırıp, ‘Sen ne iyisin!’ der.”

Hadis, başıyla ve sonuyla ne kadar da çarpıcı ve ne kadar da uyarıcı...

Metin Karabaşoğlu


Konular