"duhan"maddi bir azapmıdır?

Duhân

Soru: Kıyametin alâmetleri arasında sayılan “duhân” maddî bir azap mıdır, yoksa fikir inhirafı gibi bir manevî hastalık mıdır? Onun, münkirleri öldürecek ve mü’minlere de nezle misillü bir maraz bulaştıracak olması nasıl anlaşılmalıdır?

Cevap: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “On alâmet zuhur etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. Bunlar: Doğuda, batıda ve bir de Arap Yarımadası’nda yer batması, Duhân, Deccâl, Dâbbetü’l-Arz, Ye’cûc ve Me’cûc, güneşin battığı yerden doğması ve Aden toprağının sonundan (Yemen’den) çıkacak olan bir ateşin insanları haşrolacakları yere sürmesidir.” buyurmuştur. Bu hadis-i şerifin haricinde daha pek çok nebevî beyanda kıyâmetin bir kısım alâmetleri sayılmakta ve onlar arasında “duhân” da zikredilmektedir.

Kıtlık, Açlık ve Duman

Kimi İslam âlimleri, Abdullâh b. Mes’ûd (radıyallahu anh) tarafından nakledilen şu hadiseyi esas alarak, duman demek olan “duhân”ın gelip geçtiğini savunmuşlardır: Kureyş müşrikleri, mü’minlere işkence edip bazı inananların canlarına kıyacak kadar zulümde ileri gidince, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya) “Ya Rabbî! Bu zâlimlerin gelecek senelerini Yusuf Aleyhisselam dönemindeki kıtlık seneleri gibi kıl!” diye dua etmişti.

Bu duanın üzerinden çok geçmeden müşrikleri müthiş bir kıtlık yakalamıştı. Öyle ki, insanlar kurumuş derileri ve kemikleri dahi kemirmeye, leş parçalarını bile yemeye başlamışlardı; hatta pek çok kimse açlıktan dolayı ölmüştü. Kıtlık ve açlık öyle bir safhaya ulaşmıştı ki, artık insanlar yer ile gök arasını bir duman kaplamış gibi görüyorlardı. Nihayet, Ebû Süfyân, Rasûl-ü Ekrem’e (aleyhissalatü vesselam) gelerek, “Sen bize akrabayı gözetmemizi emrediyorsun; halbuki kavmin açlıktan ve kıtlıktan helâk oldu. Allah’a dua et de onlardan bu belâyı kaldırsın.” demişti.

Bunun üzerine, Rahmet Peygamberi dua edince, bol bol yağmur yağmaya başlamış ve kıtlık sona ermişti. Heyhat ki, refâha kavuşan müşrikler o açlık günlerini çabucak unutmuş ve yine eski isyankâr hallerine dönmüşlerdi.

Nitekim, Allah Teâlâ, “O halde sen göğün, bütün insanları saracak olan aşikâr bir duman çıkaracağı günü gözle. Bu, gayet acı bir azaptır.” (Duhân, 44/10-11) mealindeki beyanıyla ve müteakip ayetleriyle hem müşriklerin açlıktan her yanı sisli dumanlı gördükleri o kıtlık dönemini hatırlatmış, hem kıtlıktan kurtulduktan sonra şükretmeleri gerekirken onların tekrar inkârlarına döndüklerini nazara vermiş ve hem de bütün inkarcıların bir gün mutlaka büyük bir satvetle yakalanıp cezalandırılacaklarını bildirmişti.

İşte, bazı müfessirler mezkur ayetlerin bu hadiseden dolayı nâzil buyurulduğunu söylemiş; “duhân”ın gerçek duman değil, müşriklerin açlığa marûz kalıp etrafı duman şeklinde görmeleri olduğunu ve bunun da gelip geçtiğini belirtmişlerdir.

Fikir İnhirafı ve Kargaşa

Bazı âlimler ise, kıyâmet alâmetleriyle alâkalı diğer hadisleri de nazar-ı itibara alarak, söz konusu ayetlerin daha şümullü şekilde anlaşılması gerektiğini, imâ edilen “duhân”ın henüz vuku bulmadığını ve onun kıyâmete yakın bir zamanda görüleceğini söylemişlerdir. Rivâyetlere göre; bu duman inkarcıların kulaklarından girecek, başlarını yakıp kavuracak ve onları öldürecek; mü’minleri de nezleye yakalanmış gibi bir hale düşürecektir.

Allahu a’lem, duhân maddî bir azap da olabilir. Mevzuyla alâkalı hadislerde, bir özenti neticesinde yakalanılan sigara hastalığından atom bombası gibi kitle imha silahlarına ya da ozon tabakasının sebep olabileceği felaketlere kadar bazı âhir zaman belalarına işaretler de bulunabilir. Fakat, biz şimdiye kadar “duhân”ı hep düşünce kaymaları neticesinde oluşan şaşkınlıklar, itikadî marazlar ve fikir hercümerci şeklinde anladık.

Bildiğiniz gibi; her şey önce düşüncede başlar, bir fikir olarak ortaya atılır, sonra im’an-ı nazar ile o meselede derinleşilir; fikir, mefkure haline getirilir ve nihayet o uygulanabilecek bir şey ise projelendirilir, makul bir çerçevede realize edilmeye çalışılır.

Bu açıdan, kelime itibarıyla duman demek olan “duhân” bir yönüyle her şeyin sisli-dumanlı görülmesi, eşyanın mahiyet-i nefsü’l-emriyesine göre algılanamaması; akın karaya, sapın samana karışması; bir kısım güzelliklere açık düşüncelerin yanında karanlık fikirlerin de bulunması ve hemen her şeyin karman çorman olması manasına da gelebilir. Duhân, düşünce borbardımanlarının birbirini takip ettiği, kaba kuvvetin fikir işçilerini inkar bataklığına sürüklediği, hakkın bâtıl gibi gösterilip bâtılın hakmışçasına sergilendiği, iyinin kötüden, güzelin çirkinden, doğrunun eğriden tefrik edilemediği karışık bir dönemin remzi olabilir.

Evet, duhândan maksadın, kaba manasıyla bir atom ya da hidrojen bombasının meydana getirdiği dumanı ve toz bulutunu hatırlatan maddî bir felaket olması da mümkündür. Fakat, hadis-i şeriflerde duhânın münkirleri öldürürken mü’minleri de zükâm (soğuk algınlığı, nezle) yapacağına dikkat çekilmesi daha başka manaları akla getirmektedir.

Âhir Zaman Nezlesi

Aslında, zükâm (zükkâm da denir), her ne kadar lügat açısından “nezle” demek olsa da, Araplara ait bir deyimdir ve bir şeyden çok etkilenmeyi, ona imrenmeyi, onun karşısında insanın ağzının sulanmasını ve ağzının suyunun akmasını ifade etmektedir.

Âhir zamanda öyle şeyler ortaya atılacaktır ki, inançsızlar hemen kendilerini salıverecek, gördükleri karşısında adeta baygınlaşacak, sonra şuursuzca onların içine atlayacak ve helâk olup gideceklerdir. İnananlar ise, neticesinin nereye varacağını bilemedikleri o sonradan doğma şeylere belki hemen kendilerini kaptırmayacaklardır ama onlar da bir baş dönmesi, bir bakış bulanıklığı ve kısa süreli de olsa bir şaşkınlık yaşayacaklardır. Arap dilinde bu husus “umumî havadan etkilenme neticesinde gözlerin yaşarmasını, burnun akmasını ve beynin karıncalanmasını” hatırlatan bir deyim olarak zükâm ile dile dökülmektedir ki; biz bunu, kendi lisan zevkimiz zaviyesinden “Bazı fanteziler öyle câzip hale gelir ki, insanların başları döner, bakışları bulanır, ağızlarının suyu akar ve kendilerini onların içine bırakıverirler.” şeklinde anlayabiliriz.

İşte, şayet kıyâmetten önce düşünce sahasına büyük bir bomba atılacaksa, -hafizanallah- o bir inkâr-ı ulûhiyet duhanı meydana getirecekse ve neticede her şey simsiyah bir buluta bürünecekse, zaten şüphe ve tereddütte olan kimseler o sisli havada hayatlarını devam ettiremez ve onun içinde boğulup giderler.

Nitekim, bir nihilist filozofun, özünden tamamen uzaklaşmış bir itikada reddiye babında “Ve Tanrı öldü” deyişini, işin künhüne vakıf olamayan bir kısım kimseler “Allah öldü” şeklinde algılayarak öylece ülkemize taşımış ve binlerce insanın dalaletine sebebiyet vermişlerdi. Kezâ, “Din afyondur; fakir-fukaranın teselli kaynağıdır!” düşüncesinden dolayı tamamen devrilen, tırpanlanmış gibi yıkılıp giden bir sürü insan olmuştu.

Heyhat ki, bu düşünce inhiraflarının tesirleri sadece inkarcılar üzerinde görülmedi. Kimileri, o fikir kaymaları neticesinde itikadî bir uçuruma yuvarlanırlarken, bazıları da en azından zükâma tutuldular. Onların da, -bağışlayın- burunları akmaya başladı; başları döndü, bakışları bulandı ve ağızlarının suyu aktı. Onlar da hesabı karıştırdılar, fantestik, lüks ve bâtıl mülahazalara kapıldılar.

Bir münasebetle arz ettiğim gibi; bir dönemde İslam dünyasında “İslam sosyalizmi” kitapları yazıldı. Çünkü, bazı mü’minler, ne idüğü belirsiz düşüncelerden o kadar etkilendiler ki, İslâm’daki içtimâî adaleti sosyalizm şeklinde anladılar. Oysa ki, içtimaîlik, İslâmî yapının temeli değil sadece bir yönüdür. “Allah indinde hak din İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19) Bu mesele malum ve müsellem bir hakikat iken, Marks’tan tevarüs edilmiş bir nazariyenin İslâm’a yamanarak takdim edilmesi, müslümanlık adına büyük bir gaflet ve cehalettir. Aynı zamanda bu, baş dönmesinin, göz bulanmasının ve hakikatleri mahiyet-i nefsü’l-emriye açısından değerlendirememenin ifadesidir.

Zükâma Mübtelâ Yığınlar

Yakın tarihte böyle bir duman bütün dünyayı sardığı gibi, bizim insanımıza da bir kısım hastalıklar bulaştırmıştı. Bazı inançların ve telakkilerin temsilcileri, dinî dinamikleri itibarıyla ona karşı koyamadıklarından bütün bütün tıkanıp mânen ölmüş, kimi mü’minler de kendi değer ölçülerini iyi bilemediklerinden dolayı zifiri karanlıkta kalmışlardı. Dahası, bir kısım kimseler, kendi mânâ köklerimizi ve değişik zenginliklerimizi hesaba katmadan, tamamen fantastik mülâhazaların ya da lüks tutkularının eseri olan nice nesepsiz şeyleri alıp hazır bir elbise gibi başlarına geçirerek millet yapısındaki tenasübü berbat etmişlerdi.

Evet, hak ve hakîkatı kabul etmeyen maddeci felsefe, ilhad ve küfür dünyasının insanını, manâ plânında öldürürken, müslümanlar arasına da şüphe ve tereddüt sokmuştur. Bugün hâlâ elinde mendil, burnunu silenlerin durumu ve Batıdan gelen her şeye ağız suyu akıtarak bakanların hali bunun neticesidir. Hazreti Sâdık u Masduk (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in “Âhir zamanda bir duman zuhûr edecek; kâfirleri öldürecek ve mü’minleri de zükâm yapacaktır.” ihbarı ise, bu gerçeğin açıkça ve mucizevî beyanından ibarettir. Bilmem ki, Arapça’ya ve bu dilin inceliklerine vâkıf olamadıklarından dolayı, bu cehaletlerini bir urba ile örtmeye çalışan ve “Bize meâl yeter, hadîse ne lüzum var!” gibi hezeyanlar savuran bazı teologların vaziyetini bundan daha güzel resmetmek kabil midir?

Ezcümle, materyalizm vebasının Müslümanlar üzerinde de tesirini gösterip onları zükâma düçar ettiğinden dolayıdır ki; İslam âleminin gözbebeği sayılan bazı ilim yuvalarında dahi, manaya karşı kör insanlar yetişmiştir. Koca koca ünvanlarının ve şöhretlerinin gücüne dayanan bir kısım ilim adamları, sırf fantezi ve lüks tutkusundan dolayı, müslümanların itikadlarında çok büyük tahribatlar yapmışlardır. Mesela; önce mucizeleri te’vil ile işe başlamış; ardından melek, cin ve şeytan gibi madde ve fizik ötesi varlıkları bazı tabiat kanunlarıyla izaha kalkışmışlardır. Şeytanın, en büyük hilesinin kendini ve varlığını inkar ettirmek olduğunu bilemediklerinden ve dinin esaslarına ters yorumlar yapmak suretiyle İblis’in oyununa geldiklerini fark edemediklerinden dolayı, “cin”leri “mikroplar” şeklinde anlama ve şeytanı varlığı-yokluğu belirsiz bir hale sokma gibi vahim hatalara düşmüşlerdir. Bütün bu düşünce kaymaları ve fikir inhirafları da o “zükâm”ın sonuçlarındandır.

Ayrıca, bu marazın neticelerinden biri de, mü’minler arasında selef-i salihîne karşı hürmetsizliğin yaygınlaşmasıdır. Âhir zaman fitnelerinin anlatıldığı hadis-i şeriflerde, bu ümmetin sonradan gelen nesillerinin, çeşitli ithamlar ve bahanelerle önceden gelip geçenlere hakaret etmeleri de kıyâmetin alâmetleri arasında sayılmıştır. Evet, arkadan gelenlerin (halefin), Rasûl-ü Ekrem’in senasına mazhar olmuş Sahabe, Tabiîn ve Etbau’t-tabiîn dönemlerinden olan büyükleri (selefi) sıradan kimseler olarak görmeleri ve onlara bazı kusurlar isnad edip saygısızca sözler söylemeleri de çok kötü bir fikir inhirafıdır ve nezleye kapılmak kadar da olsa, duhândan etkilenmişliğin emaresidir.

Haddizatında, müsteşriklerin iddia ve iftiralarıyla bakışı bulanan mü’minlerin, kendi kültür kaynaklarından isabetli neticeler çıkarmaları ve selef-i salihîni doğru kriterlerle değerlendirmeleri asla mümkün değildir. Yoksa, inanan bir insan, bazıları tarafından dinin hücceti kabul edilen bir büyük âlim hakkında “Falan İmam bizdeki düşünce hayatını öldürmüş bir kâtildir!.” diyebilir mi?!. Kendi boyunu yüksek göstermek için o kâmet-i bâlâyı omuzundan çekip seviyesinin altına indirmeye yeltenebilir mi? İlme, düşünceye ve insan idrakine karşı saygısızlık demek olan böyle bir cürmü, bakış zaviyesindeki sapmadan başka bir sebebe bağlamanın imkanı var mıdır?

Neyse ki, Nezlenin Tedavisi Mümkün!..

Diğer taraftan, Beyan Sultanı (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in, duhânın tesirini anlatırken seçtiği kelimelerin farklı imâları da söz konusudur. Mesela; -arz ettiğim gibi- lügat itibarıyla soğuk algınlığı ve nezle demek olan zükâm, aynı zamanda insanın bir şeye imrenmesi ve ağzının suyunun akması manalarını çağrıştırmaktadır. İster gribal ve viral bir enfeksiyon gibi maddî hastalık, isterse de bir şeye arzu duyma ve özenme misillü kalbî bir rahatsızlık olarak anlaşılsın, zükâm her zaman tedavi edilebilir.

Bu itibarla da, İslam dünyasının, müştekî bulunduğu salgın nezleden ve viral enfeksiyondan kurtulması kuvvetle muhtemeldir. Gözlerinden sürekli yaş aktığından ve hep burnunu silmekle meşgul olduğundan ya da hayran hayran baktığı surî güzellikler karşısında ağzı sulandığından herhangi bir mevzuya tam konsantre olamayan, dolayısıyla da, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “zıp orada zıp burada” dolaşıp durmasıyla tam bir yüzer gezer hali sergileyen bazı müslümanların iyi bir tedavi sonucunda tekrar düşünce sıhhatine kavuşmaları ihtimal dahilindedir.

Sözün özü, âlem-i gayba ait bir konu olan “duhân”ın keyfiyetini yalnızca Allah bilir; o, kıtlık döneminde dayanılmaz bir açlıkla karşı karşıya kalan müşriklerin yeri göğü kaplamış vaziyette gördükleri duman da olabilir, kıyâmetten önce inkarcıları kasıp kavuran, mü’minleri de nezle eden maddî bir azap da. Ne var ki, küllî bir nazarla hadis-i şeriflere bakıldığında, duhânı, maddî bir bela şeklinde anlamaktan ziyade, iyinin kötüden, güzelin çirkinden, doğrunun eğriden ayırt edilemediği bir dönemin sembolü olarak kabul etmek daha isabetli görülmektedir. O, ak ile karanın, sap ile samanın, sıdk ile yalanın birbirine karıştığı, dinî kriterlerin arka plana atıldığı, dünya çapındaki düşünce kaymaları yüzünden mü’minlerin de öldürücü yaralar aldığı ve her yanda akl-ı selim adına zifiri karanlığın yaşandığı karmakarışık bir devrin remzi olsa gerektir.

Doğrusu, âlem-i İslam dediğimiz bahtsız coğrafyanın şu anda yaşadığı talihsizlik de işte bundan ibarettir. Fakat, şayet inananlar, kıyâmetin diğer alâmetlerinden Cenâb-ı Hakk’a sığındıkları gibi, duhânın şerlerinden de istiazede bulunur ve dinin yanıltmaz ölçülerini esas alarak kendi hayat çizgilerini sürekli gözden geçirirlerse, inşâallah, bu hastalıktan en az zararla kurtularak bir kere daha düşünce istikametine, kalb sıhhatine ve his selametine kavuşacaklardır.




***


Konular