Aile Evden Gidiyor!!!

"GELİYORUM” DİYEREK GELENLERDENDİ. AYAK SESLERİ DUYULALI EPEY ZAMAN OLMUŞTU ZİRA. YERYÜZÜNDE OLABİLECEK EN KÖTÜ ŞEYLERDEN BİRİ OLUYOR, HAKİKAT GÜNEŞİNİN GURUB ETTİĞİ GARP DİYARINDA BAŞLAYAN KARANLIKLI BİR HALET ADIM ADIM BİZİM DÜNYALARIMIZA DOĞRU GELİYOR; AİLE EVDEN GİDİYORDU.

Ailenin evden gitmesi, çok şeyin elden gitmesi demekti. Bunun böyle olduğunu biliyordum. Zira, bu yöndeki bir dizi fiilî gözlemin ötesinde, ‘yüksek fikir alçalışları’nı keşif yolculuğunun en kritik dönemecinde karşımıza çıkan ‘kemal’ formülünün bir ucunun aileye çıktığını görmüş bulunuyordum. ‘Kemal,’ celâl ile cemalin buluşması, yani celâl içinde cemalin, cemal içinde celâlin varlığı ise, insan kemalini ancak aile içinde bulabilir demekti. Aile, celâl-cemal dengesinin bir mihveriydi.

Fâtır-ı Hakîm, erkeği celâlin, kadını ise cemalin öne çıktığı bir fıtratta yaratmıştı çünkü. Erkekte kuvvet, himaye, muhafaza, hakimiyet gibi celâlî vasıflar tebarüz ediyor; bu arada, bir kadında görüldüğünde ancak övgüye yol açan kimi haller erkekte zaaf telâkki ediliyordu. Meselâ, itaatkâr, tavır koymayan, teslimiyetçi erkekler pek takdir edilmezdi. Öte yandan, kadın şefkat, merhamet, güzellik ve letafet timsaliydi. Ona da, erkeğe yakışan hallerin bir kısmı hiç mi hiç yakışmıyordu. Erkekte övgüye değer haslet olarak vakar, kadında geçimsizlik, huysuzluk ve dikbaşlılık suretinde tezahür ediyordu. Hiç ‘Hayır’ diyemeyen bir erkek ne kadar hor görülüyorsa, ‘Evet’ özürlüsü hanımlar da o oranda hoşgörülmüyordu.

Erkeğe celâl, hanıma cemal yakışıyordu açıkçası. Ancak, ‘kemal’e dair keşfimizi hatırlarsak, o cemalin gayet kemalde bir cemal olması için zımnında celâli taşıması gerekiyor; celâlin ise, gayet kemalde bir celâl olması için cemal ile tadili icab ediyordu. Meselâ, celâlin bir tezahürü olarak hüküm veya idare, şefkat ve rahmeti de içinde barındırıyorsa kemalini buluyordu. Kuralı gözeten, ancak kişiye özel durumları hiç göze almadan gözeten kişiler ‘mükemmel idareci’ olamıyor, verdikleri hükümlerin ‘mükemmel’liğinden de söz edilemiyordu. ‘Kuralcı’ öğretmenler de başarılı olamıyor, zira sevilmiyorlardı. Öte yandan, terbiye gibi cemalin tezahürü bir vasıf, içinde rahmet ve şefkatin yanısıra kural ve ölçü barındırıyorsa kemalini buluyordu. Çocuğunun bir dediğini iki etmeyen annelerin çocukları iyi yetişmiş çocuklar olmazlardı. Fazla yumuşak huylu öğretmenlerin sınıflarından öğrenciler pek birşey öğrenmeden çıkarlardı.

Cemalin kemalini celâl ile, celâlin ise cemal ile bulduğuna dair, hayatın içinden, böylesi bir dizi örnek daha getirmek olasıydı. Ancak, bu kadar örnek dahi, bir gerçeğin ucunu görmemiz için yeterliydi. Açıkçası, erkek kemalini hanımıyla, hanım ise kocasıyla bulmaktaydı. Erkek ve kadın, tek başına kaldığında, iki yarım insan gibiydiler. O yüzden, bize celâl-cemal dengesiyle birlikte kemalin en mükemmel örneğini sunan Resûl-i Ekrem (a.s.m.) “Evlenmek benim sünnetimdir” buyurmamış mıydı? Yine bu sırdandır ki, kendi özel durumuna binaen evlenememiş bir büyük insan, öte yandan “Evlenmeli!” ikazında bulunan, “Bekar bîkardır” diyen kişiydi. Bekar erkeğin çocukluktan tam kurtulamadığına, bekar kadının ise bir derece erkekleştiğine işaret eden kişi de oydu.

Velhasıl, aile kemalin adresiydi, ev celâl ile cemalin buluştuğu yerdi, aile hayatı celâl-cemal dengesinin mihveriydi. İnsan olarak, eşimizi bulabildiğimiz ve ‘eş’ olabildiğimiz ölçüde huzur, sükun ve kemal buluyorduk. Hz. Âdem ve Havva’dan bugüne, insanlık gerçeği buydu.

Ne ki, insanlık tarihi içinde neredeyse ‘fıtrata başkaldırı’yla özdeşleşmiş modern zamanlar, çok hakikatin yanısıra, aile hakikatini de atlamıştı. Modern zamanlar, aileye karşı iki yönlü bir sapmanın zamanıydı. Bir yanda ‘bireysellik’ üzerine aşırı bir vurguyla, kişiler ‘eş’ olmadan, aile hayatı kurmadan yaşamaya yönelmiş; öte yanda ‘aile’ hakikati toplum adına çiğnenmişti. Bireyselliği teşvik eden, zira satılacak ürün ve satın alacak müşteri sayısını bu şekilde çoğaltan kapitalizm aileyi ‘birey’ adına törpülemeye meyyaldi. Faşizm ile sosyalizm ise, devlet yahut toplum adına aileye darbeler indirmişlerdi.

Sonuçta, öyle ya da böyle, modernler evsizdi. Aile çökmüştü zira. Batı dünyasının hakim rengi, tek-kişilik evlerdi. Nice erkek, işten dönüşünde ona kapıyı açacak bir eşi olmadan yaşıyor; nice kadın ise, kocasına kapıyı açma gibi bir nimetin uzağında bulunuyordu. Zira, çoğu insan, ‘eş’ olamayıp ‘partner’liğe sukut etmiş durumdaydı. Enaniyetlerin kamçılandığı, emniyet ve sadakatin zedelendiği bir ortamda evlenenlerin ise yarısı, hayatının geri kalan kısmını boşanmış kişiler olarak geçirmekte; bu arada eskaza çocuk adlı o güzelim emanete muhatap olunmuşsa, o güzelim çocukların tek yüreği iki parçaya bölünmekteydi. Çoğu evli çiftin her iki üyesi de dışarıda çalıştığı için vaktinin büyük kısmını evden uzakta geçirmekte; onların çocukları dahi, bir aile atmosferini lâyıkınca teneffüs edememekteydi.

Ailenin çöküşüyle gelen ise, en hafif haliyle psikolojik çöküntü, en ağır haliyle ahlâkta ve hayatta müthiş bir çöküş ve sapma idi.

Ailenin ihmale uğradığı ve de çöktüğü Batı dünyasında gözümüze çarpan her bir dengesizlik, ailenin önemine ve önceliğine dair birer uyarı mesajıydı esasında. Dengenin adresi evdi, aileydi. Aile evden gidince, evde aile diye birşey kalmayınca, ortalığı eksik insanlar doldurmaktaydı. Ortadakiler, yarım erkekler, yarım kadınlardı. Dahası, bu eksik insanlar, eksikliklerini evsiz ve ailesiz biçimde tamamlama uğrunda, daha da eksikleşmedeydi. Celâli kendi başına temine çalışan kadınlar erkekleşir, cemali kendi başına bulmaya çalışan erkek kadınlaşırdı. Eh, duygu ve davranışça erkekleşen kadınlar da, kadınlaşan erkekler de şu zamanın bir gerçeği değil miydi? Kendini kadın gibi hisseden, kadın gibi giyinen, kadın gibi yaşayan erkeklerin Batıdaki müthiş artışı neyin nesiydi? Hem, kadınların erkeklerin yaptığı herşeyi yapabilirliğine kendini adamış feminizm, kadınların erkekleşmesi vâkıasının yeterli bir deliliydi.

Vâkıa bu kadarla kalsa, manzara-i umumî yüreğimi incitse bile, bunun üstesinden gelebilirdim belki. “Kendi düşen ağlamaz” diyebilirdim. “Zarara kendi rızasıyla girene, zarara bile bile razı olana merhamet edilmez” diye düşünebilirdim. Ancak, bu umumî manzaranın orasında burasında, başkalarının düşüşü yüzünden düşmeye ve ağlamaya mahkum çocuk siluetleri vardı. İşte asıl bu durum, yüreğimde sızım sızım sızlayan yarayı iyice depreştiriyordu. Yarım erkekler ve yarım kadınlar ortasında, çocuklar iki parçaydılar. Aile evden gidiyorsa, çocuklar elden gidiyordu. Ailenin çöküşü nisbetinde boşanmalar arttıkça, çocuklar celâl-cemal dengesinin uzağına düşüyor, hayat vadisinde tek kanadıyla uçmaya mahkum halde yetişiyordu. Kimisi, ona sarılıp okşayacak annesinden, kimi onu sımsıkı sarıp sıkacak babasından uzaklardaydı. Boşanmasa bile evden kopmuş aile hayatlarında dahi, durum bir derece iyi gözükse de, elbette olması gereken durum da değildi. Eşler işteydi. Aile evden gidiyor, çocuklar, yuvalarını bırakıp ‘yuva’ya gidiyordu. Çocuklar, bu halde de, ana-babadan mahrum haldeydiler; bakılıp büyütülmeleri için ele güne gidiyor; ve de elden gidiyorlardı.

Esasında, meselenin başında ve merkezinde, erkekler vardı. Bir erkek olarak, bunu açıkça görüyordum. Rabb-ı Rahîm, biz erkekleri, ailenin maişetini teminle vazifeli kılmıştı gerçi; o yüzden babalar günün önemli bir kısmında evlerinin dışındaydı. Çoluk çocuğun geçimini temin gibi haklı ve önemli bir mazeretleri de vardı. Ne var ki, çoluk çocuğun geçimini temin için, geçimi temin edilen çoluk çocuğun ihmale uğradığı da ortadaydı.

Seneler ve seneler önce o çok sevdiğim sokak arası gezmelerinden birinde bir apartmanın önünden geçerken duyduğum, yüreğimi hâlâ sızlatan diyalog, tam da bundandı. Saat akşamın neredeyse sekizi olmak üzereydi. Oradaki küçük kızlardan biri ötekini oyuna çağırıyor, o ise “Babamı bekliycem. Neredeyse gelir” diye karşılık veriyordu. Saat sekizin pek de erken bir vakit olmayışı bir yana, öteki kızın buna verdiği cevap tam anlamıyla içler acısıydı. “Benim babam biz yattıktan sonra geliyor” diyordu küçük kız. Babası, onlar henüz yatarken, tekrar işe gidiyordu. Kızcağız, o yüzden, hafta sonlarını iple çekiyordu.

Biliyordum; o küçük kız, hele büyük şehirlerde, bir istisna değildi. Nazarlar dünyaya yönelip ihtiyaç listesi biriktikçe, normal mesailer yetmemeye başlıyor; nice erkek, çoluk çocuğu için, çoluk çocuğunu göremeyecek kadar çok çalışıyordu.

Bu hengâmda beni en ziyade çarpan şey ise, bir hafta içinde yaşadığım üç ayrı hadiseydi. Zira, her üç hadise, şu veya bu şekilde, ailenin ihmali tablosunun aile konusunda en ziyade hassas olmaları beklenen ehl-i dine de sirayetini haber vermekteydi.

İlki, sevdiğim, saydığım, şu ülkede hatırı sayılır bir işlevi olacağına da inandığım biriyle ilgiliydi. Bir meseleye binaen kendisini evinden telefonla aramış; bulamayınca, ertesi akşam tekrar ararım deyip kapatacak iken, ertesi akşam da eve geç geleceği cevabıyla karşılaşmıştım. Eve not bırakmam isteniyordu; zira, aradığım kişi, elbette ucunda hayır ve hak olan işlere binaen, geç saatlere kadar dışarıda olabiliyordu.

Aynı hafta, diniyle diyanetiyle tanıdığım bir başka kişiyi daha aramam gerekmişti. Yazık ki, o da evde yoktu. Birkaç gün sonra tekrar aradım. Gene yoktu. Bir sonraki akşam; yine yoktu. Tam “Ben tekrar ararım” demek üzereydim ki, eşi, arama sebebimi sordu. Sonra, saklanamayan bir sitemi de taşıyan ses tonuyla, “Onu evde zor bulursunuz” dedi. Telefonu kapattığımda, not defterimde, ertesi gün aramak üzere iki ayrı iş telefonu yazıyordu. İki ayrı iş: Günün çoğu kısmında ya şundaydı, ya bundaydı.

Üstüste gelen bu iki olayın rikkatime dokunduğu bir hengâmda elime geçen ve ‘denge’ nazarıyla ‘sünnet’i değerlendiren ufuk açıcı bir kitabın önsözü ise, hüznümün tuzu biberiydi. Zira, Rahmân sûresinde dört defa zikre medar ve de kâinata mihenk olmuş ‘denge’ gibi bir konuyu ele alan; hem de ‘sünnet’in dengeyi hayatlarımızda teminin vesilesi olduğunu vurgulayan bu güzelim eserin ‘önsöz’ünde yazar ‘çocukların bakımını tamamen üstlenerek kendisinin böylesi ilmî çalışmalarda yoğunlaşmasına imkân hazırlayan eşine’ teşekkür etmekteydi.

Görebildiğim kadarıyla, ailenin evden gidişinin nirengi noktası buydu. Erkekler maişeti temin diyerek veya iman yoluna hizmeti gerekçe edinerek ev dışına çıkmış, ancak vaktinde eve dönmeyi unutmuşlardı. Babalar evde yoktu. Eh, n’apsınlar, dışarıda vazife çoktu. Millet memleket hizmet bekliyordu.

Ya bizimkiler? Ya kendi eşimiz, kendi çocuklarımız?

Onları ‘çantada keklik’ mi görüyorduk, başka bir gerekçeye mi yaslanıyorduk bilinmez, onlar ihmale uğramışlardı. Hanımlarımız, çocuklara tek başına bakmaya memur idiler sanki. Çocuklarımız, babalarını, babalarının gönlünden koptuğu kadarıyla görerek büyümeye mecbur idi sanki.

Hani, çocuğumuz hafiften “Baba bugün birlikte oynayalım” diyecek olsa, o ezberlik diskuru tekrar sahnelemeyi marifet edinmiştik. “Bak oğlum, sana güzel oyuncaklar almam, çikolatalar getirmem için...” Hem, eşlerimiz biraz da evi hatırda tutmamızı isteseler, maişeti teminin hayatlarımızdaki vazgeçilmez önemi ve dışarıdaki hizmetin önceliği üzerine bir açıklama getirmeyi ne de güzel becerirdik!

İşte öyle diye diye ev ihmale uğrayınca, siyasetçe ve gerekçe üretme cihetince erkeklerin yanlarında acemi kaldığı taife-i nisânın birer mümessili olarak eşlerimiz, bizi bizim gerekçelerimizle karşılardı elbet. Gün gelir; maişeti daha rahat teminin, çocuklara iyi bir gelecek hazırlamanın, kira yükünden bir an önce kurtulmanın, bir an önce ekonomik özgürlüğümüze kavuşarak iman hizmetine daha fazla zaman ayırmanın, başka bir dizi şeyin formülü olarak, kendilerinin de çalışması gereğinden söz ederlerdi. Hiçbiri, “Aslında hepsi hikâye; seni evde daha fazla göremediğim için üretilmiş gerekçeler bunlar” diyemezdi. Çünkü, ihtimal ki, böyle deseler dahi eve daha fazla vakit ayıracağımıza ve günün birinde bu vakti dar zamanda ilk feda edilecekler listesine yazmayacağımıza dair emniyetleri yoktu. Hiçbiri, “Sen eve para getiren kişi olarak kendine değer, serbesti ve özgürlük atfediyorsun. Madem değerin ve serbestliğin ölçüsü para; öyleyse ben de para kazanarak değer kazanma yoluna başvuracağım” da diyemezdi. Çünkü, çocukları ele güne bırakarak gireceği bu yolculuğa vicdanının pek hoş bakmadığını o da biliyordu. Öte yandan hanımın dışarıda çalışmasının aile bütçesinden ziyade yuvalara, servislere, giyim mağazalarına.. katkı sağladığını, iktisatçı George Gilder kadar, o da görebiliyordu.

Ama, bir kere taşlar yerinden oynayınca, taşları yerine yerleştirmek zordu. Erkekler aynı zamanda bir ‘eş’ ve bir ‘baba’ olduklarını unutmuş gözüktüğü oranda, zahirî gerekçesi her ne olursa olsun, kadınlar da aynı zamanda bir ‘eş’ ve bir ‘anne’ olduklarını unutmuş gözükmeye meyyal oluyordu. Erkek dışarıda çalışmayı ‘değer’ ölçüsü kılınca, kadın da kendini değerli kılmak için dışarıda çalışmaya yöneliyordu. Erkek evin dışını özgürlük alanı gibi gördüğü nisbette, kadın evi esaret alanı veya hapishane olarak algılıyordu. Erkeğin ‘dışarıdaki hizmet’i vurguladığı oranda, kadın da kendisine ‘dış hizmetler’ buluyordu.

En hazini, bu olup bitenler hengâmında, faturanın çocuklara yazılmasıydı. Yuvasından alınan çocuklar sözde ‘yuva’ya emanet ediliyor, ana kucağından kopan çocuklar anaokuluna bırakılıyor, annesinin esirgediği ihtimamı para karşılığı çocuğa bakan bakıcının sergilemesi bekleniyordu.

Küçük yaşta yuvaya bırakılan o çocukların yüzündeki yetimâne ifadeyi, yolumun düştüğü sokaklarda bir kreş veya yuva varsa durup duvarının gerisinden onları seyrederken farkeden yalnız ben miydim yoksa? Ne kadar gülse, ne kadar oynasa da, derin bir hüzün yüzünden eksik kalmış bir sevinç görürdüm bu çocuk yüzlerinde. Yanılıyor muydum? Abartıyor muydum? "Anneciğim, bugün işe gitme ne olur?" diye kendisine sarılan çocuğuna, bir mesture hanımın, "Kızım, bak sana akşamları şunu şunu getiriyorum ya; çalışmasam onları alamayız" cevabını verdiğini duymuştum. Dört yaşındaki bir çocuğa buna karşı "Anneciğim! Ben onlar olmadan da idare ederim. Yeter ki sen işe gitme!" dedirten sırrın, demeye çalıştıklarım ile bir alâkası yok muydu yoksa?

Şükür ki, böylesi manzaraları görüp bir hisse çıkaracak durumda yaratmıştı Rabbimiz bizi. Her biri, şefkatimize, rikkatimize dokunan manzaralardı.

Şükür ki, böylesi manzaraları görüp adını koymakla kalmayıp, çare arayışına bizi sevkedecek bir durumda da yaratmıştı Rabbimiz bizi. Her biri, çare bulunması gereken manzaralardı.

Sonuçta, böylesi manzaraların yoğun biçimde hâfıza arşivine düştüğü bir zamanda, birkaç arkadaş, bu işi birkaç veçhesiyle yazalım istemiştik. Meselâ, bana düşen, 'örtüsüzlüğümüz'dü. "Hanımlarınız sizin için bir örtüdür. Siz de onlar için bir örtüsünüz" âyetinden bu meyanda aldığım hisseyi dile getirmiştim de, bunu yazmam istenmişti benden. Aile hayatı düzgün kurulmayınca, yuvalarımız hayatlarımızın merkezi olmaktan çıkınca örtüsüz kaldığımızı, ruh üşümesine muztar kaldığımızı, eksik kaldığımızı, manevî ayazlara yakalandığımızı yazacaktım.

Yazamadık. Ne ben yazabildim, ne de başkaları. İş oturup yazmaya gelince, işin ucunun bize de dokunduğunu farketmiş olmalıydık. Ortada, çuvaldızı kendimize de batırmanın icab ettiği bir durum vardı. Bu noktada, kendimizin de sütten çıkmış ak kaşık olduğunu söyleyemezdik.

Güya bu konuda ziyade hassasiyet göstermeye çalışan biri biliyordum kendimi. Oysa, üstelik evde çalışan biri olduğum halde, eşimi ve çocuklarımı kaç türlü ihmale maruz bıraktığımı iyi biliyordum. Onlardan esirgediği zamanları çarçur eden, işinin çok yoğun olduğunu söylediği gün haberler karşısında tam bir saat geçiren, tam da onların oyun talebi olduğunda yetiştirmesi gereken işi hatırlayıveren biri değil miydim? Kaç hikâye kitabı okuma talebi "Şimdi olmaz"la kesilmiş, buna mukabil, o 'şimdi'nin kaç katı aynı gün heba edilmiş; bunun hesabını bir ben, bir de Allah bilirdi.

Sözün kısası, evin ihmali, eşin ihmali, çocukların ihmali, birilerini dahil ederken kendimizi hariç tutacağımız hallerden değildi. Hepimizin, şu veya bu düzeyde, bu halden hissesi vardı. En fecisi ise, aileyi ihmalin, ilerideki büyük hizmetler için 'ekonomik özgürlüğü temin' çabasından halihazır 'hizmetler'e uzanan bir dizi gerekçeyle meşruiyet kazanmasıydı.

Oysa, hizmetin en merkezinde evimiz, eşimiz, çocuklarımız, yakın akrabamız olmalıydı. Resûl-i Ekrem, tebliğine, dışarıdan mı başlamıştı? Ona ilk iman edenin Hz. Hatice olduğunu hepimiz ezbere biliyor değil miydik? Ezbere bildiğimiz bu gerçekten kendi hayatlarımıza düşen bir hisse çıkarmak zor muydu, zorsa neden zordu? Neden o kudsî nebiye salât ve selâm gönderirken, 'âli'ni 'ashabı'ndan önce zikredişin sırrı üzerine düşünmeyi niye akıl edemiyorduk? "Yakın akrabanı uyar" âyeti neden uzağımızdaydı bizim? "Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun" âyetini neden hayatımıza yaklaştıramıyorduk?

Aileye dair bu kabil âyetler, aileye ve imanî bir hayatı öncelikle ev ortamında tesisin önemine dair dersler yüklüydü elbet. Dahası, ortada Hz. Peygamber'in 'en güzel örnek' olarak hayatı vardı. Hepimiz, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmın 63 yıllık hayatı içinde gün olarak saysak 354 günü bulmayan ve elbette her biri değerli ve önemli olan gazvelerini bilirdik; bilmeliydik de. Ama, o 365 gün ile birlikte, o sevgili resûlün evli bir resûl olarak yaşadığı 23 yılın kalan 22 yıl çarpı 354 gününden pek haberli değildik. Gazvelere dahi yanında bir eşinin olduğu vaziyette çıkan Resûl-i Ekrem (a.s.m.), seferde olmadığı zamanlarda ne yapardı? Çocuklarına ne kadar zaman ayırırdı? Eşlerine ne kadar zaman ayırmaktaydı? Eşleriyle ne konuşur, onlar onunla ne konuşurdu? Bunları pek bilmiyorduk.

Halbuki, bir kendi hayatımıza, bir de Asr-ı Saadete bakmayı başarabilsek, sözümona mâkul ve meşru gerekçelerle sergilediğimiz 'aile evden gidiyor' tablosunun kudsî nebinin sunduğu örneğe uymadığını rahatlıkla görebilirdik. Sahi, Resûl-i Ekrem'in gününü ve gecesinin önemli bir kısmını dışarıda ve ashabıyla geçirip ancak gece geç vakit evine döndüğünü bildirir tek hadis var mıydı elimizde? Ama, onun yemeğe çağırdığı ashabının hane-i saadetini terkte?elbette sohbet-i nebevîden daha ziyade hissedar olma gibi ulvî bir gayeyle?gecikmesinden rahatsızlık duyduğunu, ama bunu ifadeden hicab ettiğini; bu hadise üzerine nazil olan âyette, yemeği yedikten sonra gecikmeden Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) hâne-i saadetini terkin sahabilere emredildiğini biliyorduk. Bu âyet, 'iç hizmetler'in 'dış hizmetler'e tekaddümünü ve elbette ailenin önceliğini ders veriyor değil miydi? Biz de, bu âyetten bu dersi almalı değil miydik?

Öte yandan, hanımlarımızın da, 'mü'minlerin anneleri' olan Peygamber eşlerinden alacağı bir ana nasihatı yok muydu? Himmet, hizmet ve infak cihetiyle bugünün hiçbir hanımının kendilerine yetişmesi mümkün olmayan o güzide annelerimiz, evi terkin mi, evi hayatın merkezi kılmanın mı sembolüydüler? Tasadduk ve infakta bir erişilmez nümune olup, 'fakirlerin annesi' diye anılan Hz. Zeyneb validemiz deriyi işler, deriden yaptığı eşyaları satıp kazancını fakirlere verirdi. Ancak, o deriyi Resûl-i Ekrem'in hâne-i saadeti içindeki bir mekânda işlemekteydi. Bu vâkıanın, 'ailenin geleceği' adına 'ailenin bugünü'nden fedakârlık edip akşama kadar dışarıda kalmayı göze alan eşlerimize söylediği birşey herhalde olmalıydı.

Üstelik, o zaman Saadet Asrı, bu zaman ahirzamandı. O zaman, sokaklarda sahabiler dolaşıyor, gelip geçen yeni nazil olmuş bir âyetin veya sohbet-i nebevîden devşirilen en son hissenin izini üzerinde taşır vaziyette gelip geçiyordu. Böylesi bir zamanda dahi, aile, Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) de, ashabının da hayatlarının merkeziydi.

Asr-ı Saadet'te dahi durum buysa, bu ahirzamanda da durumun bu merkezde olması mutlak bir zaruretti. Zira, bu zamanda, sokaklar güvensiz, meydanlar güvensizdi. Hadisin haber verdiği uyuyanın uyanık kalandan, oturanın ayakta durandan, evdekinin dışardakinden daha hayırlı olacağı günler, gelmemişse şayet, gelmesi yakın vaziyetteydi. Umumî ortamdaki bozulma, eşler için de, çocuklar için de aileyi bir kat daha, bin kat daha önemli kılıyordu. Sokaklarda günahın kol gezdiği, meydanlarda günahın çağırdığı, işyerlerinin ahlâkî sükûtları bildirir görüntüler ve duyumlarla bulandığı böylesi bir ortamda evimiz, yuvamız, eşimiz, ailemiz bizim kalemizdi, sığınağımızdı.

Bu zaman, meydan harbi yapılacak zaman değildi. Uhud'da değildik, hatta Hendek'te dahi değildik; belki, onlardan da ziyade Mekke günlerini çağrıştırır, Cahiliye'yi hatırlatır bir devirdeydik. O zor zamanda Resûl-i Ekrem ve ashabı evlerini sağlam kılmışlardı, Erkam'ın evinde buluşmuşlardı. İmanın tebliğine yakın akrabadan başlamışlardı. Resûl-i Ekrem-Hz. Hatice, Ebu Bekir-Ümmü Rûman, Osman-Rukayye, Ebu Seleme-Ümmü Seleme, Ebu Huzeyfe-Sehle, Sekran-Sevde.. derken, İslâm'ın o ilk devrinden bu yönde alınacak bir dizi ders, bir dizi örnek aile tablosu vardı.

Şu zamanda, özellikle de şu diyarda 'kamusal alan'da olup biten ortadaydı işte. Hal bu iken, evlerimiz dokunulmaz özel alanlarımız, biricik sığınağımızdı. Buna rağmen evlerimizi bırakıp çocukların talim ve terbiyesini ele güne terkeder isek ne olurdu? "Hepiniz bir çobansınız, raiyyetinizden mes'ulsünüz" buyuran Resûl-i Ekrem'in bu ikazını kulakardı edenlerin kaderi, onları kuzu kuzu alıp kurda kuşa teslim etmek olmaz mıydı?

Rabb-ı Rahîm, peygamber kıssalarında görüldüğü gibi, en zor zamanda dahi birer sığınak olsun diye, aile efradı arasında aşılmaz duygular koymuştu oysa. Eşler arasına koyduğu sevgi, Rûm sûresinde bildirdiği üzere, O'nun âyetlerindendi. Anne, çocuğuna karşı, bir şefkat timsaliydi. Her çocuk, babasını da, annesini de son derece sever, hatta sonsuz derece severdi. Bütün bunlar, hariçten gelen her türlü saldırıdan korunma noktasında aileyi tam bir tahassüngâh, yıkılmaz bir sığınak kılan unsurlardı.

Hal böyle iken, tam da böyle bir zamanda ailenin evden gidişi anlaşılır şey değildi.

Bilakis, hem hariçte ferec ve fütuhat, hem kendi dünyalarımızda huzur ve sükûn için eve dönüş kaçınılmazdı.

Üstelik, bu, zor bir iş de değildi. Şu dünyada varoluş gayemize dair bir muhasebe, kalem, kağıt, fazlalıkların elendiği bir öncelikler listesi, akıl, iz'an, annesini özlemiş bir çocuk kalbi, babasını bekleyen bir çocuk görüntüsü, şefkat, eve daha erken gelmeye başlamış bir koca, dünyalıklar listesini gözden geçirmiş bir hanım, ve bir çift yürek, başlamak için pekâlâ yeterliydi...


karakalem.net, Metin Karabaşoğlu


Konular