GÖREN GÖZLER

Hamza her sabah , güneş doğmadan kalkar , sabah namazını kılardı . Şehirde yaşadığı için , güneşin doğuşunu tam olarak izleme imkânı bulamamıştı . Bu sabah durum biraz farklı idi . Çünkü , akşamdan , Üsâme adlı kardeşinin köydeki evine misafir olarak gelmişti . Akşam köye geldiğinde , güneşin doğuşunu izlemeyi düşünmüştü .
Sabah kalktığında , güneşin doğacağı yöne biraz yürüyüp , beklemeye başladı . Güneş gerçekten de tarif edilen yerden doğmaya başlamıştı . Güneşin , doğacağı yeri şaşırmayışına hayret etti . Elinde tuttuğu takvim yaprağında güneşin doğuş saati 05.30 olarak yazıyordu . Saat de 05.30 ‘ u gösteriyordu . Ve güneş her zamanki gibi , yine randevu yerine ve zamanına sâdık kalmıştı.....
Elindeki takvimi biraz daha inceleyince , yılın 180 . gününde ve 6 . ayında olduğunu görmüştü . Bu rakamlar , dünyanın güneş etrafında yaptığı hareketin bir neticesi olmalıydı ...Dünyanın ; bu hareketi yaparken hiç durmaması , diğer gezegenlere çarpmayışı , yörüngesinden sapmayışı da insanı düşünceye sevk ediyordu ....
İnsanlar , günü ; sabah , öğle , ikindi ,akşam diye vakitlere ayırmıştı . Bu sınıflama , güneşin gökyüzünde geldiği yere göre yapılmıştı . Meselâ , öğle vakti güneş tam tepede oluyordu . Bütün bunlar güneşin , vakitlerin bilinmesi için bir hesap aracı olduğunu gösteriyordu . Mevsimler de yine dünyanın güneş etrafındaki dönüşü ve dünya ekseninin eğik olmasıyla ilgiliydi . Mevsimler olmasaydı hayat ne kadar sıkıcı olurdu ...
Güneş doğmadan önce , her yer karanlıktı . Güneşin doğuşuyla her yer aydınlanıyordu . Güneş sanki , gökyüzüne asılmış parıldayan bir lamba gibi , aydınlatma görevini yapıyordu . Gönderdiği ışık insanların gözünü yormuyordu , ışık gücü ayarlanmıştı . Yeşil bitkiler de , gün ışığı olmadan fotosentez yapamazdı . Yapamayınca da , ne bitkiler , ne hayvanlar , ne de bunlarla beslenen insanlar yaşayabilirdi .
Gecenin serinliği , güneşin ısıtan ışınlarıyla birlikte yerini sıcak bir havaya bırakıyordu . Bu ısı kaynağı , ne tükeniyor , ne de bir yakıt yardımı bekliyordu ... Üstelik hem aydınlatma , hem de ısıtma bedeli olarak bir ücret istemiyordu . Aklına , Elektrik Kurumu ve Doğal Gaz Kurumu gelmişti . Nasıl da 1 ay sonra faturayı yollayıp , ücretlerini istiyorlardı . Ya güneşi bizim hizmetimize veren , bizden ne yapmamızı istiyordu ?....
Üsâme , Hamza ‘ yı donattığı sofraya kahvaltıya çağırıyordu . Hamza , “ Hangi sofraya oturduysam rızkı veren Allah ‘ tı ” diye içinden geçirdi . Sütü tadına vara vara içerken , “ farkında olmadan ot yiyip su içiyoruz ” diye düşündü . Garipti doğrusu ; inek , koyun , manda gibi hayvanlar yeşil ot yiyip su içerek bu tertemiz , içimi kolay , tadı ve rengi ota benzemeyen sütü vermişlerdi . Bu süt , hayvanın karnındaki yarı sindirilmiş gıda ile kanı arasından süzülerek çıkıyor , insana faydalı maddeleri barındırıyordu . Sanki inek bir dönüşüm fabrikasıydı , hem de maliyeti ve işletme masrafı düşük bir fabrika .
Yediği bal , balarısı dediğimiz küçücük bir böceğin marifetiydi . Balarısı ; dağlardan , ağaçlardan ve çardaklardan kendine ev edinmişti . Her çeşit meyveden yiyip , karnından insanlar için şifalı , çeşitli renklerde bal veriyordu . Kim bilir kaç tane arı , kaç çiçeğe uçuş yaparak bu balı yapmıştı ve bize takdim etmişti ?
Karnındaki tatlı ve faydalı bala , yine karnındaki zararlı zehirin karışmayışı da ilginçti . Arının o küçücük kafasında sanki bal yapma ve zehir üretme programı vardı ....
Kurban Bayramından kalan kavurmayı yerken , sütünden faydalandığımız hayvanların aynı zamanda etinden de faydalandığımız aklına geldi . “ Bu uysal hayvanların yerine ya yırtıcı olan aslan veya kaplanı kesmek durumunda kalsaydık ne kadar zor olurdu ” diye düşündü . Hayvan sürülerinin otlağa giderken ve dönerken izlenmesi de hoş oluyordu .
Yattığı yatağı toplarken , içindeki elyafın koyun yünü olduğunu gördü . Hayvanların yününden , kılından soğuğa karşı korunmak için faydalanmamız da ayrı bir ikramdı . Giydiği terliğin derisi , hatta köselesi yine bir hayvandan elde edilmişti . Kısacası hayvanların hiçbir parçası israf olmuyor , bir işe yarıyordu .
Kardeşi , komşu köye gitmek için at hazırlamıştı . At sırtında giderken , atın ne kadar uysal olduğunu düşünüyordu . Şehirde at arabası ile yük taşındığını da hatırladı . Dağlık ve kayalık yerlerde eşek ve katırın ; sıcak , susuz çöl ortamında deve gibi hayvanların yük taşımada , yolculuk yapılmasında önemi çok büyüktü doğrusu .....
Hayvanların renklerinin farklı farklı olması göz ve gönlümüze zevk veriyordu . Her hayvan kendi yiyeceğini biliyor ve bir şekilde o rızkına ulaşıyordu .
Gittikleri köyde , insanlar çiftçilikle geçiniyordu . Bir çiftçi toprağı yarıyor , içine tohum serpiyordu . Bu tohum , daha sonra parçalanıp , çürüyüp , yeşerecekti . Ölü olan tohumdan , çekirdekten , diri olan bir bitkinin , ağacın çıkması ne muhteşem bir olaydı . Neden bir ağaç kabuğu , bir plastik aynı işi yapamıyordu ? Küçücük tohum , koskoca bir ağacın programını , şifresini taşıyabiliyordu . Toprak ta tohumu yeşertecek bir yapıdaydı.
Çiftçi , toprağı sulamak için kanallar açmış , 30 metre derinliğindeki kuyudan çıkardığı suyu kullanıyordu . Yerin altı sanki dev bir su deposuydu . İnsanların suyu biriktirecek böyle bir depoyu yapması hem çok masraflı olurdu , hem de teknik olarak imkânsızdı.
Traktörle toprağı süren çiftçi , yine topraktan çıkan petrolün yan ürünü olan mazotla traktörün deposunu dolduruyordu . Traktör ; demir parçalarından , bakır tellerden , kurşun plakalı aküden , petrol türevi plastik parçalardan oluşuyordu . Tüm bunlar ; süs eşyası yapılan altın ve elmas da dahil olmak üzere hepsi topraktan çıkıyordu .
Kupkuru , ölü gibi olan toprak , gökten inen suyla kabarıp yeşeriyor , âdeta diriliyordu. Bahar mevsiminde kupkuru bir odun parçasının yeşerip meyve vermesi de bir diriliş örneğiydi . İnsanların ölümden sonraki dirilişi de böyle olmalıydı ....
Çiçekler , ağaçlar , bahçeler , otlar yeryüzünü süsleyen bir güzellik unsuruydu . Aynı suyla sulandıkları halde , birbirine komşu topraklarda yetişen meyvelerin , sebzelerin tadları , kokuları , renkleri , şekilleri farklı farklı oluyordu . Yemyeşil ağaçtan yakacak elde etmemiz de , ateşin varlığı da bizim için büyük birer nimetti .
Yeryüzü ; insanların yaşamasına , rızık elde etmesine , istirahat etmesine müsait bir şekilde olup , yayılmış bir döşek gibiydi . Uzay araştırmalarında dünyamız gibi havası , suyu , toprağı , sıcaklığı , bitki örtüsü insanların yaşamasına elverişli olan başka bir gezegene rastlanamamıştı . Bu da , dünyamızın insanlar için hazırlandığını gösteriyordu.
Hava ısındıkça serinleme ihtiyacı hisseden Hamza ve Üsâme , orman ve denizin bir arada olduğu sahile doğru yol aldılar . Dağların üzerinde türlü renklerde yollar vardı . Bir ağacın gölgesinde dinlendiler . Güneşin yerine bağlı olarak gölge de zamanla yer değiştiriyor , uzayıp kısalıyordu .
Biraz daha gittiklerinde denizin uçsuz bucaksız , masmavi görüntüsüyle karşılaştılar . Bir balıkçının oltasındaki canlı , taptaze balıklar görülmeye değerdi doğrusu . İyi ki balıklar , biz insanlar gibi zeki yaratıklar değillerdi . Deniz , sanki büyük ve masrafsız bir saklama dolabı gibiydi . Her türlü canlıyı taptaze barındırıyor , insanların süs eşyası yaptıkları inci ve mercanı da hediye gibi veriyordu . Dağ gibi gemilerin denizi yara yara hareket etmesine , üzerinde yolcu ve yük taşınmasına , rızık aranmasına , rüzgârın itmesiyle yol alan yelkenlileri yüzdürmesine kim izin veriyordu acaba ? Bir geminin bacasından çıkan duman rüzgârla dağılıyordu . Ya rüzgâr olmasaydı da kirli hava her tarafı kaplasaydı ?
Hamza ve Üsâme denize girerek serinlediler , yıkandılar , oksijen dolu havasını ciğerlerine doldurdular . Denizlerdeki buharlaşma , bulutların oluşmasında da önemli rol oynuyordu . Fakat deniz buharlaşıp da bitmediği gibi , nehirlerle de besleniyordu ...
Denizden çıktıklarında , rüzgâr püfür püfür eserek serinlik veriyordu . Rüzgâr , aynı zamanda bitki tohumlarını taşıyıp , onların üremelerine yardımcı oluyordu .
Rüzgâr şiddetini biraz daha artırmaya başlamış , hava da kararmaya yüz tutmuştu . Herhalde bu rüzgâr , rahmet olan yağmurun bir müjdecisiydi . Gökyüzünde bulutlar harekete geçmişlerdi. Rüzgâr nasıl da tonlarca ağırlıktaki bulutları kaldırıp , yükleniyor , sürüyor , bir araya getirip üst üste yığıyordu ? Bu kadar ağırlık nasıl da yerle gök arasında duruyordu ? Bulutlar zamanı gelince , yağmur yükünü boşaltmaya başlamıştı . Oysa 5 dakika önceki bulut yine aynı buluttu . Demek ki rüzgârın , bulutları da aşılama görevi vardı . Yağmur damlaları insanları , nazik yaprakları incitmeyecek büyüklükte ve hızda yağıyordu . Halbuki yüzlerce metre mesafeden düşen damlaların çok yüksek bir hıza ulaşması gerekirdi ... Ya tonlarca ağırlık birden boşalsaydı . Yağmuru ; ihtiyacımız olan meyveler , sebzeler , hububat , ağaçlar , hayvanlar ve nihayet insanlar bekliyorlardı.
Yağmurun yaptığı görevleri bizim 1 günlüğüne yapmamız istenseydi veya sadece onu buluttan indirmemiz istenseydi , kesinlikle bunları yapamazdık diye düşündü Hamza .
Yağmur suyu ; nehir , göl , pınar , kuyu olarak yer üstünde ve altında birikiyordu . Toprağın yapısı biriktirmeye elverişli olmasaydı , insanlar bu suları nerede ve nasıl biriktirebilirdi ki ? Suyumuz yerin dibine çekilse bize kim bol su verebilirdi ki ?
Hamza gökten inen suyun tadına baktığında tatlı ve tertemiz olduğunu gördü . Ya tuzlu olarak inseydi ; bitkiler çürür , toprak verimsiz olur , hayvanlar faydalanamaz , insanlar da birçok masrafla arıtma tesisi kurardı herhalde . Gökten inen su , yeryüzünün ihtiyacına göre bazen yağmur , bazen kar , bazen kırağı , bazen dolu şeklinde iniyordu . İnen yağış miktarının toplam olarak da hep aynı miktarda olduğu tesbit edilmişti . Üstelik yağmur sadece bir yere yağmıyor , yeryüzüne dağılıyordu .
Yağmur bitince bir renk cümbüşü içinde , yay gibi düzgün gökkuşağı ortaya çıkmıştı . Hamza , gökyüzüne bir baktı , tekrar yine baktı , hiçbir çatlak ve yarık göremiyordu . Gökyüzü ; bir binanın tavanı gibi dünyayı göktaşlarından , zararlı ışınlardan , manyetik dalgalardan , gürültülerden , uzayın soğuğundan koruyacak şekilde 7 farklı tabakadan oluşuyordu .
Hamza gökyüzüne baktığında , onun direksiz olarak yükseltildiğini de fark etmiş , gökyüzünün yerin üzerine düşmeyişine hayret etmişti . Küçük bir gecekonduda bile direk veya kolon kullanılıyorken ....
Kuşların kanat çırparak boşlukta uçtuklarını görünce , “ bunları boşlukta tutan güç nedir, havaya kaldırma kuvvetini , hava direncini kim verdi ? ” diye Hamza ‘ nın aklına çeşitli sorular geliyordu .
Vakit akşam oluyor , güneş batı yönünden yavaş yavaş kayboluyordu . Bir bayrak yarışı gibi yerini hilâl şeklindeki aya bırakıyordu . Hilal , Hicri aylardan olan Recep ayının başı olduğunu da haber veriyordu .
Müslümanlar Ramazan Oruçlarını , Bayramlarını , Hac İbadetlerini hep gökteki ayın konumuna göre ayarlıyorlardı . Ay da tıpkı güneş gibi bir vakit hesaplama aracıydı . Ayın ışığı kendinden değildi ; güneşten alıyordu . Ayın dünya etrafındaki dönüşü hep aynı yörüngede olup , sapmıyor , kesintiye uğramıyordu .
1 saat kadar önce ortalık aydınlık ve gündüzdü . Gündüz ; çalışıp geçim temin etmek için aydınlıktı . İnsanın beden ve ruh sağlığı için en uygun çalışma zamanı gündüzdü . Gündüzün ardından hemen gece geliyordu , arada hiç kesinti olmadan , birbirine karışmadan , birbirini izliyordu . Biri varken , diğeri olmuyordu .
Yazın gündüzün süresi uzun iken , kışın da gecenin süresi uzun oluyordu . Bu da sürekli ve düzenli gerçekleşiyordu . Gecenin karanlığı üzerimize sürekli çökse idi , gündüzün aydınlığını Allah ‘ tan başka hangi kudret getirebilirdi ki ? Gece ise uyuyup dinlenmek için en uygun vakitti . Ya sürekli gündüz olsaydı , dinleneceğimiz geceyi kim getirirdi ki ?
Gökyüzü pırıl pırıl göz kırpan yıldızlarla kaplanmıştı . Yıldızlar gökyüzünü süsleyen bir ziynet gibiydi . İçlerinde daha parlak bir yıldız vardı . Bu yıldız , karada ve denizde yolculuk yapanların yön bulmakta kullandıkları yıldız olmalıydı .
Hamza , ablası Ayşenur ‘ un ellerinde büyümüştü . Onun yaşlandığını düşünürken , kendi küçüklüğü aklına geldi .Önceden bahse değer bir şey değildi , adı bile yoktu . Hoşlanılmayan ve atılan bir damla su ‘ dan en güzel şekilde yaratılmıştı . Annesinin karnındayken hiçbir şey bilmiyordu . Sonra ; işiten , gören , konuşan , düşünen , irade ve gönül sahibi bir varlık oluvermişti . Vücuduna uygun , ruhuna uygun , her an taze ve sıcak sütü hazırda bekleyen bir anne ile karşılaştı . Bilmedikleri ve kalemle yazma öğretildi . Siyah , sarı , kızıl , beyaz renkli insanların , ayrıca birbirinden farklı yüzlerce lisanı konuşması da ibret alınacak bir olaydı . Bir et parçası olan dile yüzlerce lisanı konuşma kabiliyeti nasıl verilmişti ki ?
Zayıf olarak yaratılmış , sonra güçlenmiş , sonra yeniden güçsüzleşip ihtiyarlayacak , yani yaratılışı tersine çevrilecekti . Ömür verilmişse tabii ki ... Sonra da , topraktan yaratılan , topraktan beslenen beden yine toprağa dönecekti ....
Bütün bu olaylardan Hamza şu neticeleri çıkarmıştı :
1-Kâinatta her şey mükemmel bir düzen ve uyum içindeydi .
2-Tesadüfe kesinlikle yer yoktu . Her şey bir kanunla hareket ediyordu .
3-Hiçbir şey boş yere yaratılmamıştı . Hiçbir şey israf olmuyor , faydalı bir şeye
dönüşüyordu .
4-Bir yerde düzen , kanun varsa ; orada bir düzenleyen , bir kanun koyucu olmalıydı .
5-Yer ve gökte olan her şey ; insana hizmet etmesi için yaratılmıştı .
6-İnsan da bu Kâinatın Sahibinin istekleri doğrultusunda yaşarsa , bu hizmetlerin şükrünü ödemiş olurdu .
7-Koca kâinatı idare eden Allah , insanın idaresini başka ellere bırakmazdı .
8-İnsanları , uçsuz bucaksız gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah ‘ın , insanları yeniden yaratabilmesi elbette ki mümkündü ve olacaktı .


Konular