Gençlerde İnanç Krizi

BİR KÖPRÜDÜR GENÇLİK. Çocukluğun korunaklı ortamından, yaşam sorumluluğunun üstlenildiği yetişkinlik dönemine bu köprüden geçilir. Her geçiş gibi birtakım kararsızlıklara, buhranlara ve bunalımlara gebedir.

Gencin bu dönemde esas kararsızlığı kişiliğiyle ilgilidir. Çeşitli arkadaş gruplarının içine girip çıkan genç, deneme-yanılmayla kendisine uygun bir kişilik ve toplumsal rol arar. Çevresindekilerin saygı duyabileceği bir şahsiyetle topluma katılmak için mücadele eder. Kendisine ve çevresindekilere “Ben de varım!” gayreti gösterir.

Şahsiyetin en önemli parçası ‘dinî inanç’tır. Genç bu dönemde inancını da sorgulamaya başlar. O zamana kadar taklidî olarak yaşadığı dinî inancını eleştirel bir sorgulamaya tabi tutar.

Bu sorgulama sonunda inancına kendi iradesi ve isteğiyle tam olarak sarılabileceği gibi, bir kısmına yahut tamamına karşı bir tutum da geliştirebilir.

Gencin bu noktadaki tutumu, çocukluk yıllarından, kendi ruhî ve bedenî özelliklerinden, anne-baba ilişkilerinden ve çevre faktörlerinden etkilenir. Çoğu gözlemlenebilen bu faktörlerin dışında, modern psikolojinin ihmal ettiği bir faktör daha vardır ki, o da gencin Rab (otoritesi) ile ilişkisidir.

Şimdilik diğer faktörleri bir süreliğine göz ardı ederek gençlerin bugün içinde yaşadığı dünyayı (çevreyi) ve onlar açısından ifade ettiği zorlukları anlamaya çalışalım.

İnsana dost olmayan bir dünya

Gençler son yıllarda gerçekten insana yabancılaşmış bir dünyada yaşıyor. Kalabalıkların hasbel kader toplaştığı kentlerde güvensizlik hissi kapı eşiğinde başlıyor. İnsanlar apart/manlarda beden olarak yakın, kalben birbirine uzak (apart) yaşıyor. Sokaklar oyun oynamaya değil, ya seyir ya park halindeki araçlara hizmet ediyor. Büyükler gibi küçüklerin hayatları da giderek daha fazla kapalı mekânlarda geçiyor. Çocuklar evde okulda sürekli büyükler tarafından kontrol altında tutuluyor. Sürprize yer yok.

Domatesi fidesinden koparma deneyimi yaşamış çocuk artık şaşılası olaylardan sayılıyor. Yeni kuşaklar güneşin doğuşunu batışını, bir dere kenarında söğüt ağacının boy atışını, bir koyunun yavrulayışını.. göremiyor. Sanatkârın yaratışına ilk elden şahit olamıyor. Yemeğin içindeki eti kasaptan, meyveyi süpermarketin manav reyonundan biliyor. Toprak ile göğün yalın ve haşmetli buluşmasına tanık olamıyor. Haşyet ve hayret duygularını tadamadığı için iç âleminde ilâhî düşünceye sağlam bir duygusal zemin oluşturamıyor.

Göz ve kulak, kalb havuzuna su akıtan birer çeşmedir. Medya ve kentten fışkıran görüntü ve gürültü kirlilikleri o çeşmelerden kalbe atık su bırakıyor. Kalpler bu kirli suları arıtamıyor. Çeşit çeşit hastalıklara müsait birer bataklığa dönüşüyor. İncelik, duyarlılık, yardımlaşma, nezaket, zerafet.. örneklerine yeterince şahit olunamayınca kalp katılaşıyor. Karamsarlık ve ümitsizlik ruhta egemenlik kuruyor.

İstismarın hedefi: çocuklar ve gençler

Yeni kuşakların daha fazla istismara konu olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kâr ahlâksızları, iradeleri yeterince gelişmediği için kendilerine çocuk ve gençleri hedef seçiyor. Onları heveslerinden yakalayıp kendilerine esir ediyorlar. Cehennemi cennet, markayı hürriyet diye sunuyorlar.

Reklâmlar yeni kuşağa kendince bir cennet tasvir ediyor. Cenneti yeryüzüne indiriyor; bekaya müştak arzuları yerin fani yüzüne buyur ediyor. Çocuklar cenneti vanilyalı dondurma, gençler ise cep telefonuyla gelen ‘özgürlük’ sanıyor. Reklâmlar duyguları ötelerden buralara, akılları manadan maddeye kaydırıyor. Mutluluk ve tatmini, malın çoğalmasında arattırıyor.

Reklâm sloganları, ahlâk ve değer tanımaksızın nefsin arzularına sesleniyor; bedavacılığa ve hazırcılığa özendiriyor: “Kimseyle paylaşamayacağınız lezzet” “Susuzluğunu dinle” “Eğlenceye katıl” “Gerçek konfor” “Hayatın tadı” “Alsak alsak bedavaya ne alsak?” “Ovalamadan temizleyin!”

Reklâmlar hissi aklına galip gençlere cinsellik damarından yaklaşıyor. En alâkasız ürün reklâmlarında bile bir cinsel obje olarak kadını kullanıyor. Böylece hem gencin aklı iptal ediliyor, hem kadınlar nesneleştiriliyor.

Yeni kuşak yarış atı

Büyüklerin yeni kuşak için uygun gördüğü başarı köprüsü, sırat-ı müstakimden daha ince, daha uzun. Tüm okul hayatı boyunca yat, kalk, sırada otur, dinle, ezberle, kağıda işaretle, ÖSS’yi kazan! Kazanamayan gençler başarısız sayılıyor, üzerine ‘değersiz’ damgası vuruluyor. Büyüklerin tasarladığı ‘başarı ülkesi’ne okul ve ÖSS sınavından başka giriş kapısı yok.

Okullar gençlerin merak, macera, esneklik, şaşırtıcı iç görü gibi özelliklerini teşvik edebilir, ama davranışları tektipleştiren bir merkez gibi iş görüyor. Çocuklar başka çocuklarla bir araya getiriliyor, sorumluluk ve bağımsızlıktan mahrum ediliyor. Üstelik hırs, kıskançlık ve korku gibi saçma duyguları teşvik edilerek hayatı boyunca olgunlaşamamaları garanti edilmek isteniyor.

Okullar çocukları ve gençleri gerçek hayattan koparıyor. Uzun yıllar boyunca kalabalık içinde standart davranışlar sergilemeye zorluyor. Kendilerini farklı durumlar içinde sınamalarına, kişilik ve karakter kazanmalarına engel olunuyor. Okulda geçen yıllar, gençlerin meslek edinme yaşını geciktirdiği gibi, evlenme ve hayata atılma yaşını da geciktiriyor. Yetişkin olma yaşı, otuz yaş sınırını zorluyor.

Şahsiyetsizleştirici baskı

Gençlerin ‘üretilmiş’ bir hayatın içinde yer almaya zorlandığı bir dünyada yaşıyoruz. Soruların çoktan sorulduğu, cevapların çoktan verildiği baskıcı bir dünya bu. Birileri ‘tarihin sonu’ ‘rejim-dikkat kırılabilir’ etiketleriyle cevapları paket bir ürün haline getirmiş. Soruların ne olduğunu hatırlayan yok.

Gençler bu cevapları tartışmaya bile açamıyor. Yeni nesil bu yüzden okullarda ‘üretilmiş bilgileri’ öğreniyor. Kendisi kendi gözlemleri, duygularıyla bilgi üretimine ortak olamıyor. Yazılı kağıdına kendi bildikleri gibi değil, öğretmenin öğrettiği gibi yazmalarının nedeni bu.

Kendi algıları, hisleri, düşünceleri sürekli önemsizleştirilen gençler, iç dünyası ile dış dünya arasında bir kişilik yarılması yaşıyorlar. Özellikle okul ortamında iç dünyasının önemsiz, dış dünyanın ‘her şey’ olduğu hissettiriliyor. Bu ortamda gençlerin özgüvenleri düşüyor. Sonra eğitimciler onlara özgüven kazandırıcı programlar uyguluyorlar!

Dinsizlik cereyanı

Ve en önemlisi, çocuk ve gençlerin dinî inançtan uzak tutulmak istendiği bir dünyada yaşıyoruz. Yalancı hürriyetçiler dini bir baskı aracı olarak takdim ediyor. Tüm pedagojik doğruları bir kenara iterek, ailelerin çocukları üzerinde yönlendirme yapmamalarını tavsiye ediyor. Doğruluğu ispatlanmamış Darwinizm gibi teorilerle yeni nesle kendi dogmalarını sunuyor.

Dindarlar kötüleniyor. Dinsizlik ve dinsizler yüceltiliyor. Genç özgürlük sandığı bir esaret altında kafasındaki sorulara boğulmuş kıvranıyor: Ben kimim? Niçin bu dünyaya geldim? Nereye gidiyorum?

Ve hayat git gide anlamsızlaşıyor.

Dinsizliğin güçlü, dindarların zayıf göründüğü bir toplum, maddi güce karşı zaafı olan gencin kafasını karıştırıyor. Genç, Rab otoritesinden kurtulmanın gücü, gücün ise hürriyeti getireceğini düşünüyor. Rab otoritesini tanımayan gücün, ahlâksızlık ve anarşi üreteceğini, sonuçta güçlülere karşı zayıfların ezileceği bir esarete döşüneceğini göremiyor.

Peki tüm bu zorluklara karşı çözüm nerede? Gençlerimizi inanç krizinden kurtarmanın, dinsizlik bataklığa saplanmaktan uzakta tutmanın yolları nelerdir? Çözümün adresini nerede aramak gerekir?

Çözümün adresi: Aile

İnsan hayatı bir süreklilik üzere devam eder. Bu anlamda gençlik çocukluğun devamıdır. Çocukluk yıllarını sağlıklı bir aile ortamı içinde yaşamış ve doğru terbiye olmuş bir insanın gençlik yıllarının doğuracağı pek çok sorunla baş edebileceği söylenebilir. Buna çevre faktörleri dahildir. Mesele, çocuğun sabır, sebat ve irade gibi melekeleri o yıllarda kendine maledebilmesini imkân verecek bir ‘altyapı’ya sahip olabilmesidir.

Bugün yeni nesil hakkında endişe edilecek bir konu varsa, o da aile yapısının çözülüşüdür. Uzun zamandır işi eve tercih eden babalara, bir süredir anneler de katılmaya başladı. Manen yetim yeni nesil, bu gidişle galiba öksüz de kalacak. Ebeveynler çocuklarını çok rahat kreşe bırakır oldular. Onların korunma ve bakımını sağlıyorlar belki, ya terbiyeleri?

Zorlaşan çevre koşullarına karşı yeni nesil, eskisinden çok daha fazla anne babaya ihtiyaç duyuyor. Karşısındaki dünya bir havuz değil, kocaman bir okyanus halini aldı. O okyanusta boğulmaması için aile ortamının çok daha ‘hayata hazırlayıcı’ olması gerekiyor. ‘Kaliteli zaman’ geçirip açığı kapatırım mı diyorsunuz. Bu bir teselli olabilir, ama ötesine geçemez. Uzun süreli yokluğunuzdan sonra zamanı olsa olsa çocuğunuzun öfkesini yatıştırmak için harcarsınız. O da işyerinde tükettiğiniz enerjinizle ne kadar mümkün?

Aileler görevlerini bir kenara bırakıp tüm sorumluluğu kreşlere ve okullara devretmemeli. Hatta bugün okulların çocukları üzerinde yaptığı tahribatı da önlemeye çalışmalı. Okul sistemi çocuğu yarış atı gibi görüyor. Aileler buna itiraz etmeli. En azından çanak tutmamalı. Çocuklarının iç dünyalarına eğilerek buradaki dengesizliği gidermeye çalışmalı. Onların duygularını açığa çıkarmalarını sağlamalı. Dili otomatiğe bağlanmış gibi “Ders çalış!” “Ders çalış!” diyen bir anne baba, bir acziyet misalinden başka nedir ki?

Akşam eve geldiğinde gözünü televizyondan ayırmayan bir ebeveynin varlığı mı, yokluğu mu daha zararlı? Meşrû bir soru. Kire alışmış gözleri belki günün yorgunluğunu unutuyor ama yanındaki çocuğa nereye bakılacağını öğretiyor. Günümüzde psikologların kapısı, çocukların dikkat ve konsantrasyon sorunu için aşındırılıyor. Bu sorunun temelinde de televizyonun etkisi büyük. Oyun oynarken bile gözüyle televizyona bakan çocuk, bir anda bir işe konsantre olmayı öğrenemiyor.

Hele kendisine boş zaman üretmek için çocuğu televizyonun karşısına saatlerce bırakıveren ebeveynler! Çok büyük bir hata yapıyorlar. Çocuklarının kalbini ekrandan fışkıran ‘atık sular’la dolduruyorlar. Bilinmeli ki kirletmek kolay, temizlemekse zor. Televizyon seyredilmemeli mi? Elbette hayır. Ama hayatın merkezine oturtulmamalı. Oturma odasının merkezine de!

Göz ve kulak, kalp havuzuna su akıtan bir çeşmedir. O havuzu güzel ve doğal görüntülerle doldurmak lâzım. Erken yaştan itibaren çocukları tabiatla tanıştırmak çok önemli. Dallarında cıvıl cıvıl kuşların ötüştüğü ağaçlar, kıvrım kıvrım akan bir nehir, engin bir deniz manzarası ve belki bunların çoğunu bulabileceğiniz içinde insanın da yer aldığı bir köy ortamı, çocuk kalbinin ekmek gibi su gibi ihtiyaç duyduğu bir gıdadır. Çocuğunuzun kalbini ekrandaki ‘ölü resimler’den önce, Sanatkârın yarattığı ‘canlı resimler’le doldurmalısınız. Ekrandan yayılan virüsleri, başka bir program temizleyemez çünkü.

Bunlara kuşkusuz başka noktalar eklenebilir. Çocuğunuzun ‘çevre’siyle ilgili almanız gereken başkaca önlemler de vardır. Ama çocuğunuzun sağlıklı bir gençlik yaşaması ve inanç krizini başarıyla atlatması için asıl dikkat etmeniz gereken faktör, onun Rabbiyle ilişkisidir. Çünkü insanın şu dünyaya indiriliş sebebi, Rabbiyle şuurlu bir muhatabiyet kurmaktır. Doğruyu yanlışı bilerek ve doğruyu seçerek O’na abd olmaktır.

İşte gençlikte yaşanan inanç krizinin önemi, bu bakımdan büyüktür. İnanç krizini hakkıyla atlatamayan bir genç, dünyaya indiriliş maksadını gerçekleştiremeden ahirete göçme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tehlikeyi en aza indirebilmenin yolu, Rabbe karşı abd olma terbiyesinin kazanıldığı çocukluk yıllarıdır. Kuşkusuz en büyük görev de yine aileye düşmektedir.

Kritik evrelere dikkat!

Bir aile ortamını sağlıklı ve kaliteli kılan faktör, her şeyden önce, anne-babanın kalitesidir. Din âlimlerinin, psikologların aksine, çocuk terbiyesini ‘nikah’la başlatmalarının ardındaki hikmet de muhtemelen bununla ilişkilidir. Doğru bir eş seçimi, sağlam bir aile yuvası için şarttır ve evliliğin getireceği sorunları anlayış ve uyum içinde aşabilmek için olmazsa olmazdır.

Anne-baba uyumu ile aile yuvası teşkil edildikten sonra, çocuğun gelişim dönemlerinde dikkat edilecek bazı kritik evreler vardır. Doğuma doğru inildikçe bu kritik evrelerin önemi artar.

a. Anneye güvenli bağlanma çok önemli: Söz gelimi, 0-2 yaş bir insanın sonraki hayatını derinden etkileyen çok önemli bir etkiye sahiptir. Ceninin anne karnında büyütüp dünyaya getiren Rab, mutlak acz içindeki bebeğin başında şefkatli bir anne ve koruyucu bir babayı memur eder. Her türlü ihtiyacı görülen bebek, bu şefkat ve sevgi ile ‘güven’ duymayı öğrenir ve anneye bağlanır. İşte bu bağlanma, gencin akıl-baliğ döneminde kendi iradesiyle Rabbine bağlanmasının önsözüdür. Süt emme çağında annesine güvenli bir şekilde bağlanmayı başaramamış bir bebeğin gençlik döneminde kendisini Allah iradesine bağlaması kolay olmaz. İki bağlanma arasındaki ilişki, doğrudan ve son derece güçlüdür.

b. Çocuğunuzun nefsini bilmesine izin verin: Ebeveynlerin dikkat etmesi gereken bir diğer evre, çocuğun kendilik algısının şekillendiği 2-5 yaştır. ‘İnatçılık’ ya da ‘bencillik’ olarak adlandırılan bu evrede aslında çocuk kendi nefsini keşfeder. Hiçkimseyle hiçbir şeyini paylaşmaz. Zıplayıp tepinerek her istediğini yaptırmaya çalışır. Tüm bu davranışlarıyla nefsinin kapasitesini ölçer. İsteklerinin ne kadar gerçeğe dönüşebildiğini görmeye çalışır.

Anne babalar bu dönemde “Bu çocuk iyice zıvanadan çıktı, bizi etrafında pervane yapıyor” diye endişe edebilirler. Fakat bilmelidirler ki, çocuğun gençlik döneminde Rabbini tam manasıyla idrak edebilmesi için önce kendi nefsini idrak etmesi gerekmektedir: “Nefsini bilen Rabbini bilir!”

Zaten 6-7 yaşına doğru, ölümün, gözden kaybolmanın ötesinde bir şey olduğunu anlayan çocuk, yeniden güçlü birisine dayanma ihtiyacıyla anne-babasının sözünü dinleyen uslu bir çocuk olma eğilimine girer. Her yaptığını hikmetle yapan Rabbimiz, insanın nefsinin isteklerini dizginlemeden yaşamasını, 2-5 yaş gibi insanın masum sayıldığı erken bir döneme koymuştur ki, bu onun adına günah sayılmasın.

c. Ahlâklanma devresine dikkat etmeli: Bir çocuğun ahlâkının teşekkül ettiği evre, 7-12 yaş arasıdır. Bu evrenin başı, çocuğun anne-babasının ahlâk anlayışına tabi olması; sonu ise tabi olduğu ahlâkı anne-babasından ayırarak içselleştirmesidir.

Çocuk yedi yaşında her şeyi somut ve ilk anlamıyla anlar. İyinin ve kötünün ne olduğunu öğrenir. Ama soyut ve melekutî boyutunu anlamlandıramaz. O yüzden iyinin neden iyi, kötünün neden kötü olduğu hakkında bir yorum yapamaz. Çocuk için ‘iyi ve kötü’ler hakkındaki bilginin kaynağı anne-babadır. Çocuk anne-babanın ‘iyi-kötü’lerine uyar. Dolayısıyla bu dönemde anne-babaların en çok dikkat edecekleri noktaların başında, kendi ‘iyi-kötü’lerine önce kendilerinin uymaları gelir.

İkinci önemli nokta, anne-babanın kendi içselleştirmiş oldukları ahlâkın çocuk tarafından her zaman ve şartta tıpkı bir yetişkin gibi uygulanamayacağını ve bunun da gayet normal olduğunu kabul etmeleridir. Çünkü çocuk için ahlâkın kaynağı henüz kendi ‘dışında’dır. Ahlâkî otorite olan anne-babadan uzakta iken, çocuk kendi isteklerine yenik düşebilir.

Eğer bu dönemde anne-baba çocuklarını ahlâkî ilke ve değerler açısından aşırı zorlarsa, çocuğun ahlâklanma sürecini kendi elleriyle baltalamış olurlar. Nitekim Sevgili Peygamberimiz, “Çocuğunuza yedi yaşında namazı emredin” buyurmuş olsa bile, on yaşından önce bu konuda çocuğa baskı yapılmasını doğru bulmaz.

d. Babanın konumu özel bir öneme sahiptir: Ahlâklanma döneminde ‘babanın konumu’ özel bir öneme sahiptir gerçekten. Doğum sonrası yıllarda çocuklar üzerinde annenin tesiri daha fazla iken, bu dönemde babanın tesiri daha fazladır. Baba bu dönemde çocuk için âdeta Rabbin yeryüzündeki temsilcisi gibidir ve ahlâkın merkezidir. Çocuk babasını ‘her şeye gücü yeten’ ‘her şeyi bilen’ olarak görür. Onun gücüne ve bilgisine olan itimadı sonsuzdur. Mahalledeki arkadaşlarına “Benim babam senin babanı döver” der.

Bu dönemin özellikle son yılları, çocuğun 14-15 yaşlarında Rabbiyle kendi başına muhatap olacağı dönemden önceki son virajdır. Çocuk babasıyla kurduğu bir nevi Rab ilişkisi sayesinde ya bu döneme daha hazır olarak girecek, yahut fırtınaya yakalanmış gibi çok bocalayacaktır.

Bu noktada babanın çocuğun gözündeki otoritesini kendi gücüne mi yoksa Rabbine mi dayandırdığı çok önemlidir. Yaptığı ibadetler ve sergilediği davranış diliyle Rab otoritesine bağlı olduğunu çocuğuna hissettiren bir baba, çocuğunun gençlik dönemini ‘sorunsuz’ atlatması için en çok ihtiyaç duyduğu şeyi yerine getirmiş olur. Çünkü babası kendisinden kat kat güçlü ve bilgili olmasına rağmen Rab otoritesine boyun eğiyorsa, çocuk kendisinin haydi haydi boyun eğmesi gerektiğini düşünür.

e. Çocuğunuzun şahsiyeti ibadetler yoluyla şekillenir: Çocuğunuzun gençlik yıllarında inanç krizi ve diğer gençlik sorunlarıyla baş edebilmesinde çocukluk yıllarında ibadet pratiğine alışmasının hayatî bir rolü vardır.

Örneğin oruç ibadetinde açlık hissi hemen tatmin edilmeyerek, çocuğun nefsinin arzularına karşı mukavemet kazanması ve sabrı öğrenmesi sağlanır. Yine namaz ibadeti, çocuğun daima Rabbini hatırlaması ve davranışlarında serbest olmadığını sürekli aklında tutmasını temin eder; onu gün içinde ahlâklı davranışlar sergilemeye isteklendirir.

Çocukluğunda bu şekilde ibadetlerle tanışan bir genç, gençlik sıkıntılarını aşması için iç dünyasında güçlü bir donanıma sahip olur. Hevesatın galip geldiği gençlik zamanlarında gelişen irade ve sabrıyla nefsinin istek ve arzularına belli bir süre kapılsa bile hiçbir zaman tamamen boyun eğmez.

Özellikle anne-babayla ya da cemaatle birlikte yapılan ibadetler, çocuğun sosyalleşmesi için de çok büyük bir iş görür. Yaptığı ibadetin toplum tarafından da benimsenmiş olduğunu kavrar. Bu sayede ailesi ve arkadaşlarıyla sınırlı olan ‘güven çemberi’ genişleyerek toplumu da içine almaya başlar. Çocuk yavaş yavaş anne-babası ve öğretmeni dışındaki büyüklere de güvenilebileceğini öğrenir.

f. Duygu eğitimi: Çocuğun gençlik yıllarında ciddi sorunlarla karşılaşmaması için dikkat edilmesi gereken bir diğer husus, duygu eğitimidir. Özellikle 7-10 yaş dönemi çocuğun duygu dünyasının yoğun olduğu bir dönemdir. Günümüz eğitimi, maalesef bu durumu göz ardı etmekte, çocukların kendi duygularını ifade etmelerine izin vermemektedir. Bu da onların kendilerine değer vermemelerine, iç dünyalarında sığ ve çaresiz kalmalarına neden olmaktadır.

Halbuki, eğitimin esası duygular üzerinden yapılanıdır. Duyguları dikkate almayan, sadece aklı hedef alan bir eğitim sistemi, asla ve asla ahlâklı bir nesil yetiştiremez.

Duygu eğitiminden kasıt, öncelikle çocuğun kendi duygularının farkına vardırmaktır. “Arkadaşının gelmemesi seni üzdü, değil mi?” “Bu hediye seni çok sevindirmiş olmalı,” gibi cümlelerle bu sağlanabilir. Bir sonraki adım, duygular ile ahlâkî ilkeleri irtibatlandırmaktır. Bunun da yolu, aklı devreye sokmaktan geçer: “Arkadaşının gelmemesine üzüldüğün, hatta kızdığın belli oluyor. Ama bunun için acele etmemelisin. Önce onun niye gelmemiş olduğunu öğrenmemiz gerekmiyor mu sence?” gibi ifadelerle, çocuğumuzun duyguları üzerinde aklî ve ahlâkî bir denetim kurmasına yardımcı olabiliriz. Bunu yaparken, çocuğumuza “Şunu yap, şunu yapma!” biçiminde gerekçesiz konuşmak ve onun duygularını dikkate almamak, onun duygularını hor görmek, aşağılamak, çocuğumuza vermeye çalıştığımız ahlâkın onun tarafından hiçbir zaman benimsenmemesine yol açar. Bir çok gencin inanç krizi aşamasında trenin makas değiştirmesi gibi, ahlâksızlığa sürüklenmesinin temel sebeplerinden biri budur.

Duygularının farkında olan ve onların üzerinde ahlâkî bir denetim kurmayı başaran bir çocuk, gençliğinde hem hevesatına galip gelebilir, hem de Rabbine karşı olur olmaz isyankâr bir tutum takınmaya kalkışmaz.

Sonuç olarak, anne babalar hiçbir zaman gençlik sorunlarının ve inanç krizinin çözümlerinin çocukluk yıllarında saklı olduğunu ve bunda birinci derecede kendilerinin etkili olduğunu unutmamalıdır.

Sevgili anne babalar! Lütfen vazifelerimizin farkında olalım. Çocuğumuzun terbiyesi başka hiçbir kuruma ihale edilemeyecek kadar önemli çünkü.

1- İnanç krizi nedir?

HER İNSAN EVLADI, çocukluğunu anne babasına bağımlı olarak yaşadıktan sonra bir bağımsızlık arayışına girer. Bağımsızlığın sağladığı özerk alanda kişiliğini oluşturma çabası sergiler. Kendisini daha iyi tanıması için bu özerk alanı, kendi aldığı kararların sonuçlarını görmek üzere kullanır.

Genç bu dönemde ailesinden bağımsızlaşma kadar, her türlü otoriteden de bağımsızlaşma çabası içindedir. Ailesiyle yaşadığı mücadeleyle birlikte, bir adım ötede ‘aşkın otorite’yle yüzleşmesi gerektiğinin farkındadır. Nasıl ki bir çocuk annesinin sınırlarını keşfetmek için onu zor durumlara düşürür, genç de bu dönemde Rab otoritesini kendince zorlayan bir dizi tutum takınır. Dinî ilke ve değerlerin tersinden gidildiğinde kendisi için salim bir yol imkânı olup olmadığını test eder.

Gencin benliği, hür olma ve hiçbir şeye minnet etmeme arzusu içindedir. Onun için en birinci değer hürriyettir. Tıpkı ilk yaratıldığında nefsin Rabbini yaratıcısı olarak tanımaması gibi; mecbur olmadığı müddetçe Rab otoritesini kabul etmek istemez.

Genç kendisini tam şuurunda olmadan yaşadığı inanç dünyasının biraz gerisine çeker. Ve kendine duyduğu güven ölçüsünde, “Allah gerçekten var mı? Olmadığını kabul etsek (haşa!) ne kaybederiz?” “Din her istediğimizi yapmamıza engel oluyor. Her istediğimizi yapsak daha iyi değil mi?” gibi bir dizi sorular eşliğinde dinin yasakladığı alanlarda dolaşmayı dener. Vicdanı kınasa da, benliğinin bir tarafı onu bu denemeye iter.

Negatif sulara yelken açar. Bir süre namaz kılmayı veya varsa yaptığı başka ritüelleri terkedebilir. Din dışı yaşama denemeleri yapabilir. Arzularını sınırlandırmadan gerçekleştirmeye yönelebilir.

2- Taklitten tahkike

Pek çok anne babaya “eyvah” dedirten inanç krizini bir sağlıksızlık işareti olarak görmek doğru değildir. Sadece genç o zamana kadarki dinî yaşantılarını gözden geçirmek için böyle bir mesafelenmeye ihtiyaç duymaktadır.

Bu tablonun ortaya çıkmasında, gencin artan düşünce kapasitesi ve farkındalık düzeyi etkilidir. Dinî duygu, düşünce ve alışkanlıklarının oluşumunda ailesinin aktif rolünün farkına varan genç, bu şuurlanmanın sonucu olarak kendisinin ‘taklit’ makamında olduğunu farkeder. Bundan rahatsızlık duyar. Kendi nazarındaki benlik değerini bizzat kendisi düşürür.

Tablo bu haliyle gerçekten olumsuz görünmektedir. Fakat bu olumsuzluk gündüzü perdeleyen gece gibidir. Gencin iç dünyasında hissettiği rahatsızlık, ona bir sıçrama yapması için basamak olur. Taklit basamağından tahkik basamağına, genç bu rahatsızlığın onu değişime zorlaması sayesinde çıkmaya cesaret eder.

Tahkik süreci, gencin kendi inançlarını sorgulaması ve bu sorgulamanın sonucunda hakikatine inandığı bir dini—akidesi, ibadetleri ve her şeyiyle- samimiyetle benimsemesine verilen addır. Kuşkusuz bu tahkik (hakikatini sorgulama), hayatının geriye kalan kısmında da devam eder. Din ya da iman, bazılarının iddia ettiği gibi, asla dogmatik bir tabiata sahip değildir. İnançlı kimse ölene kadar inancını dinamik bir tahkik süreci içinde olgunlaştırmaya devam eder.

Genç bu süreçte dinî inançlarına karşı tam bir kopuştan ziyade ihtiyaç miktarınca mesafelenir. Temel sorusu, “Benim bu inanageldiğim şeylerin gerçek mahiyeti nedir?” sorusudur. Namaz, kader, ölüm, yaratıcı, peygamber, insan, kâinat.. hepsi bu sorgulamadan nasibini alır. Bu sorgulama ve sorular cevaplarını buldukça gencin inanç dünyası şekillendiği gibi, şahsiyeti de karakterini bulmaya başlar.

3- Her genç inanç krizi yaşar mı?

Her genç aklı ve iradesi ölçüsünde bir inanç sorunuyla yüzleşmek durumunda kalır. Fakat hepsinin bu duruma tepkisi aynı olmaz. Bazısı sağlıklı bir tahkik süreciyle sağlıklı bir neticeye ulaşır. Bazısı ise taklit düzeyini dahi aşamaz. Hatta ömrü boyunca taklit düzeyinde kalabilir.

Bir gencin dinî inanç noktasında taklit düzeyini aşamamış olması, onun illa aklî melekelerinde bir yetersizlik olduğu anlamına gelmez. Aklı, zekası çok yeterli olduğu halde, genç inanç alanında sağlıklı bir sorgulama süreci yaşamamış olabilir.

Bunun en muhtemel sebebi, ailesinin çocukluk döneminde aşırı baskıcı tutumla bir ahlâkı benimsetmeye çalışmasıdır. Özellikle 7-12 yaş döneminde anne babanın çocuk ile ilişkisi çok önemlidir. Çocuk yaklaşık yedi yaş civarında ‘temyiz’ dönemine adım atar. Yani iyiyi kötüden ayırt etmeye başlar. Ama iyinin neden iyi, kötünün neden kötü olduğunu bilmez. Bu noktada otorite, anne babadır. Çocuk anne babanın ‘iyi ve kötü’lerine tabidir.

Eğer anne baba bu dönemde kendi iyi kötülerini (ahlâk anlayışlarını) çocuğa üstelik kendileri de bu iyi kötüleri doğru dürüst yaşamadan sürekli emir kipinde “Şunu yap! şunu yapma!” şeklinde baskıyla benimsetmeye çalışırsa, çocuğun içinde o ahlâka ve o ahlâkın dayandığı dinî inanca karşı bir nefret oluşur. 12-13 yaşlarından itibaren aklî melekeleri gelişse bile, inanç konusu onun iç dünyasında nefret duygusu nedeniyle makul akıl sınırlarına çekilemez.

Dolayısıyla genç, inanç konusunu bir sorgulamaya tabi tutmadan, kendisinden uzakta tutar. Hatta ailesinin inancıyla taban tabana zıt bir istikâmete savrulabilir. Trenin raylarda makas değiştirmesi gibi, genç ailesinden bağımsızlaştığı ölçüde başka bir ‘ray’ üzerine geçer ve yoluna orada devam eder.

Bu tür örneklere bizim toplumumuzda sıkça rastlanır. Ailesi dindar olduğu halde gençlik döneminde tamamen dinî yaşantıdan uzaklaşan gençler ile bunun tam tersine ailesindeki din dışı yaşantıya rağmen gençlik yıllarında dinî bir yaşantıyı benimseyen gençler bunun en güzel örneğidir. Baskı ahlâkı, genci karşı kutba iter.

4- Çocukluk gençliğe esas teşkil eder

Gençlik insan yaşamında bir kesinti olduğu kadar, çocukluğun devamı anlamında bir sürekliliği de ifade eder. Hatta şahsiyet açısından bakıldığında süreklilik boyutunun daha ağır bastığını söyleyebiliriz. Gelişim psikologları gencin şahsiyetinin temellerinin 0-7 yaş arasında atıldığını belirtiyorlar.

Şu halde şahsiyetin özü çocuklukta şekillenmektedir. Sonraki dönemler o özün etrafında biçim almaktadır. Tıpkı insan bedeni gibi… Bedenimizin temelini, bir anlamda ‘öz’ünü oluşturan iskeletimiz de, tıpkı çocukluğumuz gibi içimizde olan, ama bizi ayakta tutan en sağlam beden parçamızdır. Kaslarımız, organlarımız, derimiz, her şeyimiz.. onun etrafına sarılır.

Çocukluğunda iyi beslenememiş, yeterli süt içmemiş ya da yeterince güneş ışığı almamış bir çocuk büyüdüğünde yeterince sağlıklı bir beden yapısına kavuşamaz. Çünkü bedeni ayakta tutacak iskeleti istenilen ölçüde gelişmez. İşte iskeletin bedene olan bu nispeti ile çocukluğun kişinin tüm hayatına nispeti birbirine denktir.

İskelet bedeni taşır. Çocukluk da insanın karakterini ve genel olarak ruhî yapısını taşır. Çocukluğunu uygun şartlar altında yaşayamamış birisinin büyüdüğünde yaşadığı olumsuzlukları üzerinden atması son derece zordur. Çocukluk dönemini başarıyla atlatanlar, gençlik döneminin sorunlarını da nispeten hafif atlatır.


Ömer Baldık
Zafer Dergisi


Konular