AHLAKIN MENŞEİ VE FELSEFE

İnsanoğlunun fıtratında her şeyin aslını ve kaynağını araştırma temayülü vardır. Beşer, bu merakın sevkiyle, kelimelerin iştikak noktalarından tutunuz da sanatkârların pîrine varasıya kadar pek çok şeyin menşeini araştırmak lüzumunu duymuştur.

Ahlâkın menşeini tedkik de bu meraktan doğmuştur. Bu incelemede varılan netice ise iki kelimede hülâsa edilmektedir: Din ve felsefe!
Felsefe; insan aklının, aklî kanunlara dayanarak, araştırıp ortaya koyduğu bir takım görüş ve hükümlerdir.

Akıl, iman nurundan faydalanmadıkça, İslâm'ın kumandası altına girmedikçe daima yanlıştır ve yanılmaktadır da. Akıl, bazı şeyleri tedkike çalışan bir âlet; iman, bu vasıtaya ışık tutan far gibidir. Gece karanlığında, iniş ve yokuşta, farsız araba ile yolculuğa çıkan şöför misali aklına güvenen felsefeciler; hata uçurumlarından aşağıya yuvarlanıp durmuşlardır. Ayakta kalabilenler de birbirini tekzip etmişlerdir.

"Bir ekol diğerini, bir filozof başka bir meslektaşının görüşünü inkara yeltenirken kendi fikrini isbat hevesine düşmüştür. Daha sonra gelen başka bir felsefeci de onun tezine karşı çıkmış ve kurduğu felsefe mektebini çatır çatır yıkmıştır.

Bu yıkma ve yıkılma, köhne felsefenin dayanağı bulunan aklın aczinden doğmuştur. Zira felsefe, Allah'ın vaz ettiği dine dayanmamış, mahlûka (akla) güvenmiş ve onun peşine takılmıştır.

Din, vahye dayandığı için, sarsılmaz bir müessesedir. Semavî dinler, birbirini teyid ettiği için aralarında her hangi bir çelişme ve çatışma olmamıştır.
Peygamberler, beşer topluluğunun ilk ahlâk hocasıdırlar. Haktan aldıkları emri halka aynen aktardıkları için, tebliğleri arasında tenakuz ve inanç ayrılığı mevcut değildir.

Din, Hâlikın kurduğu; felsefe ise mahlûkun tesise çalıştığı bir müessesedir. Aralarında kıyas yapılamıyacak kadar büyük farklar vardır.

Felsefeciler, ahlâka gidişte aklı temel unsur olarak aldıkları için sağlam bir ahlak esası kuramamışlardır. İkibin beşyüz seneden beri kurulamıyan bu müessesesinin bundan sonra tesis edileceğini sanmak, çınar dalında üzüm hayâl etmeye benzer. Felsefecilerin ağababası Sokrat'ın, Aristo ve Eflâtun'un muvaffak olamadıkları bir işi, bu günün cücelerinden beklemek; serçenin kaf dağını kaldıracağı iddiası kadar gülünç olur.

Geçmiş zamanlardaki bir kısım filozofların ahlâktan bahsetmeleri, felsefenin ahlâkın kaynağı olmasından değil; o filozofun ya bir peygamberin yaşadığı devreye veya onun dininin hâkim olduğu bir asra tesadüf etmesi sebebiyle, onun tebliğlerinden ve fikirlerinden faydalanmış olmasından ileri gelmektedir.
Filozof diye isimlendirilen bu kimselerin ahlâk hakkında yaptıkları tarifler; cılız, vüzuhsuz ve kifâyetsiz bulunmaktadır. Meselâ Sokrat, ahlâk ve fazileti "Hayrı bilmektir" diye tarif ederken, Eflâtun fazileti "Âhenk" diye izaha çalışmıştır. Aristo da daha başka bir tarif ile ortaya çıkmış "Ahlâk ve fazilet, meleke alışkanlığıdır" demiştir.

İşte vahiy pınarından kanmış bulunmayan üç filozofun "fazilet" hakkındaki tarif ve izahları!

İnsan, sadece hayrı bilmekle faziletli olabilir mi? Ahlaklı olabilmek
için bildiğini işlemek gerekmektedir. Bunu tesbit edemiyen Sokrat fazi-leti tarifte efradını toplayan bir izaha muvaffak olamamıştır.

Eflâtun aradığı ahengi; önce ruhî melekeler arasında, sonra ferd ile diğer insanlar arasında daha sonra kainat arasında aramış ve tesise çalışmıştır. Bunu başarmakta acze düşünce, karşısına çıkan engelleri kaldırma hevesine kapılmış; din, ferd mülkiyeti ve aile müessesesinin lüzumsuzluğunu savunmuştur.

Sokrat'ın tilmizlerinden Aristip, hayrı "zevk" olarak kabul etmiş ve lezzet nâmına her türlü rezaleti irtikâp ederek hem Sokrat'ın yolundan ayrılmış hem de ahlâksızca bir yaşayışın en çirkin örneklerini vermiştir.

Kant, vazifeyi açıklarken "Bir işi ahlâk kanununa hürmeten işlemek zaruretidir" demiş fakat "insanlık âleminde hakîkaten ahlâklı bir iş yapılmış mıdır?" diye sorarak tereddüdünü açıklamaktan da kendini alamamıştır.

Akıl, itici bir kuvvet değil bilici bir vasıtadır. İman ve bu sisteme bağlı vicdan muharrik kuvvettir. Felsefeci, fazileti tarifte iman nurundan feyz alamadığı ve İslâmî esaslara dayanmadığı için, ahlâkı tayinde açık ve seçik bir tarif yapamamış hele ahlâklı yaşama örneği verememiştir. Gökte yıldız ararken önündeki kuyuyu görmeyen turfa müneccim gibi sapıklık vadisine saplanıp kalan felsefeci, güvendiği silahla kendi intiharını hazırlamıştır. Bu mevzuda son sözü Dr. Güstaw Löbon'a söyletmek isteriz: "Ahlâkı aklın sırtına yüklemek tehlikelidir. Din ve tasavvufa dayanmayan ahlâk sonsuzdur."

1 yorum

felsefe benimde ilgimi

felsefe benimde ilgimi çekmişti bir ara,araştırıyordum felsefecileri ve içlerinde ilgimi çeken,en hoşuma gidende Nietzsche'in aforizmaları idi..

çok hoşuma gidiyordu okumak..birkaç hoş sözünü beğenip,diğerlerinide anlamadan etmeden çok doğruymuş gibi okuyordum..

hatta bir sözü varki oda şöyleydi ''ümit en son kötülüktür,çünkü işkenceyi uzatır''..

bu bana çok doğru geliyodu ozamanlar.sonra meal okuduğumda dikkatimi ümit üzerine ayetler çekti.Nietzsche'in sözünün tam tersi ayetler ile karşılaştım.Allah ayette;Allahın rahmetinden ümid kesmeyin!Çünkü kafirler topluluğundan başkası,Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez..yazıyordu.

ve yine küçük bir yerdede,Ye's,ümmetlerin,milletlerin kanser denilen en dehşetli bir hastalığıdır.ve 'ilerlemeye mani',ve ''ben kulumun bana olan güzel zannı üzereyim''hakikatine muhaliftir.korkak,aşağı,ve acizlerin işidir,bahaneleridir.islami kahramanlığın işi değildir.yazmaktadır..


''Dinlemesini Bilirsen En Aptaldan Bile Birşey Öğrenebilirsin''

14.09.2007 - NaTuraL